31 Mayıs 2009

Betis Kümeye

Zorlu bir ihtimaller zincirinin ardından 1 puan arkasındaki Gijon ve Osasuna kazanınca kendi sahasında Valladolid karşısında aldığı tek puan yeterli olmadı Betis'e ligde tutunması için ve 2. ligin yolunu tuttular bu sonuçların ardından. Aurelio için pek de hoş bir başlangıç olmadı bu. Geçen sezon Türkiye'de şampiyonluğa oynarken daha ilk sezonunda İspanya'da kümeye düşmek... Fenerbahçeliler'in ahı mı tuttu ne? Devre arasında 2. Lig'deki Zaragoza'dan gelen Oliviera attığı goller ile engel olamadı malum sona. Şimdi yine geldiği yere dönüyor, ama muhtemel bir transfer ile kurtulabilir oradan.

Bu arada 4 Türk futbolcunun oynadığı takımların küme düşmeleri de oldukça ilginç: Real Betis, R. Huelva, Middlesborough, E.Cottbus.

Saltanat'ı Bordeaux Bitirdi...



Ligue 1'de de şampiyon belli oldu . 7 hafta önce bu postta yapmıştık tahminlerimizi sayısal datalara ve istatistiğe dayandırarak, oradan da Bordeaux çıkmıştı. Şimdi göz attım da o yazıya ilk 3 takımın puanları için yaptığım tahmin de neredeyse gerçekleşmiş (Bordeaux -80 (78), Marsilla- 77 (76) , Lyon - 73 (74) ). Sevdiğim sözlerden biridir "Talk with the data", işe yarıyormuş demek.

"Overrated" Gerets'in de böyle bir başarıyı hakettiğini düşünmüyordum, bu açıdan "Şarapçılar" ın şampiyonluğunun ayrı bir boyutu var benim için. Aksi takdirde spor sayfalarında "Galatasaray'ın bu kadrosu Gerets'de olsaydı" gibisinden adamın oynattığı saçma sapan futbolu hafızalarından silmiş ve futbol başarısı sadece kadro güzelliğinden geçiyormuş gibi yazıp çizerlerdi. En azından bunların biraz da olsun dizginlenmiş oalcağını düşünmek de olayın diğer bir sevindirici tarafı.

Lyon'un saltanatına son verme şerefine Blanc nail oldu. 3 yıldır başında olduğu Bordeaux'a derli toplu, göze hoş gelen futbol oynatmasını bildi ve sezonun 2. yarısının başındaki o 8 haftalık periyot dışında Lig Genelinde gayet iyi performans gösterdiler. Son 11 haftada alınan yakalanan muhteşem seri ve alınan 33 puan ile 6 puan geriden gelip, 3 puan farkla önde bitirmeyi başardılar Lig'i.
Bu şampiyonluk sonrası bazı oyuncuları Premiere League yolunda düşmekten alıkoyamayabilirler. Chamakh ve Cavenaghi ilk akla gelen 2 isim. Gourcuff'u kadroda tutmaları en büyük şansları. Geçtiğimiz sezon Şampiyonlar Ligi'ndeki başarısız tabloyu yeniden yaşamamak istiyorlarsa mutlaka takviye yapmaları da şart.

Şampiyon Beşiktaş



100. yılındaki şampiyonluğun ardından 6 yıl sonra mutlu sona ulaştı Siyah-Beyazlılar ve tarihlerine 13. şampiyonluğu da yazdırmış oldular. Yıldırım Demirören için yıllardır yaptığı teknik direktör değirmeni gibi hareket etmeler, saçma-sapan oyuncu transferleri gibi acemiliklerden "dadından yenmez bir nimet" bu. Kendisi için ne kadar önemli olduğunu anlamak için sadece son 2 hafta da maç izlerken ki ruhunu yansıtan görüntüsüne bakmak yeterli. O kadar çok yanlış yaptı ki, zayıf kollektif hafızamızda onların geriye itilmesi için 1 şampiyonluk ilaç gibi gelecekti.

Şüphesiz bu yolda en büyük şansı Mustafa Denizli oldu Kara Kartal'ın. Normalde sezon ortasında teknik adam göndermek çok mantıklı bir hamle değildir ama yerine Mustafa Denizli gelince bu karar bir şansa dönüşüyor. Denizli'nin gelişinin en önemli katkılarından biri de Sinan Engin'in ortamdan uzaklaştırılması oldu. Ertuğrul Sağlam'ın otoritesini sarsan en baş figür olarak duruyordu ki yapmış olduğu Diatta, Gordon, Seric transferlerinin üstüne orada 5 dakika bile tutulmaması gerekirdi ya Demirören'in vizyonunu ortaya koyan bir tutum olduğu için de yadırgayamıyorum.
Denizli'nin Şampiyonluğa ulaşacağına 3 hafta öncesine kadar ben de inanmıyordum, ama en büyük şansı heyecanlı dediğimiz Süper Lig'in aynı zamanda kalite olarak vasatı aşamaması oldu. İkinci bir etken de Yusuf ve Ernst'in takıma katılmasıdır ki minimum 7-8 puan kazandırmıştır bu 2'li takıma. Bunun dışında Holosko'yu çok daha fazla ve etkin kullanması dışında fazlaca bir taktik hamlesini gördüğümü söyleyemem Mustafa Hoca'nın. Süper Lig için en gerekli olan 2 unsuru ortaya koyması yetti aslında: Mücadele ve dayanıklılık. Takım ortaya düzgün bir futbol mantalitesi koyamasa da sürekli mücadele etti ve 90 dakika ayakta kalmasını bildi. Bugün Sivasspor'un yaptığı da bundan çok farklı değil zaten.

Maddi getirisi de büyük olacak bu başarının. Şampiyonlar Ligi'ne direk gidileceği için en az 10 milyon Euro'luk bir kaynak elde edilecek. Maç gelirleri vs. derken 15'i bulması gayet normal olur. Ondan sonrası takımın göstereceği performansa bağlı. Şu anki görünümle her ne kadar bizim güzide basınımızda 2-3 takviye yeter gibi yorumlar yapılsa da çok daha fazlası gerek Beşiktaş'a. Sol ve sağ bek, orta sahaya oyunun 2 yönünü oynayabilecek 1 oyuncu, sağ açık ilk aklıma gelenler, yoksa hüsran olur orası. Zira Denizli'nin karnesi de pek parlak değil. Orası için de sadece mücadele yeterli olmayacak aynı zamanda taktik bir pırıltı da beklenecek artık.

Beşiktaş'a ilaç gibi gelecek bir şampiyonluk oldu bu. Hem yetişmekte olan ve genç nesle kendini hatırlatma fırsatı buldu, hem de diğer 2 büyük ile aradaki farkın açılmasını önledi. Benim tek endişem Demirören'in başkanlık koltuğuna soyadı gibi "Demirörme" fırsatını yakalamış olması. Bu kadar çok hatanın üstüne, eğer geçmişten ders alınmamış ise ki pek sanmıyorum, gelen şampiyonluk her şeyin üstünün örtülüp, görmezlikten gelinmesine yol açmaz umarım. Yoksa geçen sene Galatasaray'ın kazandığı şampiyonluk gibi sefası ancak 1 yıl sürülebilir.

30 Mayıs 2009

Ferhat Öztorun & Zafer Yelen Transferleri Üzerine



Gerets'in Türk Futbolu ve Galatasaray'a attığı kazık olarak kalacak 2 oyuncudan biriydi Ferhat Öztorun. 1 hafta önce beklerinde Ergün ve Cihan'ın oynadığı takım Fenerbahçe karşısında uzun zamandır forma giymeyen Uğur ve Ferhat 2'lisi ile sahaya sürmesi neredeyse kaybettirecekti bu yeteneği. Uğur, kaybettiği güvenini Kayseri'de kazanıp yapıştı formaya, Ferhat ise Hakan Blata transferinde takas malzemesi olarak gönderildiği Manisa'da parlattı kendini. Bugün biri Galatasaray'da forma giyerken diğeri artık Trabzon semalarında uçacak.

Volkan Yaman gibi bir yeteneği (!) Galatasaray'a kazandıran yüce futbol bilginlerine inat devam etti yoluna Ferhat. Avdullah Avcı'nın 17 yaş altı Milli Takımı ile Şili'de oynanan Dünya Şampiyonası'nda çok dikkatimi çekmişti, tek endişem fiziğinin zayıf olmasıydı. Manisa performansını takip etmediğim için ne durumda olduğu konusunda detaylı bilgi veremeyeceğim ama sürekli forma giydiğini biliyordum. Cale ile çekişeceği Trabzon'da eğer bir gelişim kaydetmişse geçen 2 yılda, formayı bile kapabilir. O'nun bu performansı da Yaser, Ferdi, Volkan ve türevlerine para veren GS Yöneticileri'ne gerekli kapağı yapar zaten.

Zafer de adından 21 Yaş Altı Milli Takımı'nda ki performansı ile bolca bahsettiren, geçen sezon transfer döneminde Lincoln'ü yedeklemesi amacıyla Galatasaray'a alınmasını istediğim genç yeteneklerden biri. Orta sahada hücuma dönük oynayabilen ve toplara iyi vuran bir isim, etkili frikikleri de var doğal olarak.

Trabzonspor transfer mevsimini erken açtı. Yaptıkları 2 trasnfer de gayet yerinde. Hem sol bek hem de orta sahanın ortasında hücuma yönelik oyuncu konusunda kadroda bariz eksiklik vardı, bu açıkları kapamaya yönelik hamleler ile gelecek sezona daha sağlam girme yolunda önemli adımlar atmaya başladılar.

Galatasaray'ın Geleceğini Şekillendirirken-1



Malum artık sezonun sonuna gelindi ve 1 sonraki sezon neler yapılabileceğine dar ilk emareleri göreceğimiz ara başlıyor. Yeni transferler, yolları ayrılanlar, yeni 1 teknik adam vs. vs. Son 2 yılda olduğu gibi bu sezonda da en hareketli kulüplerden biri olacak yine Galatasaray. Bu bağlamda bir çok blogda Galatasaray'ın neler yapması gerektiği daha çok takımın oyuncu yapısı ve eksik bölgeler üzerinden değerlendiriliyor ama asıl önemli nokta olan "Planlı bir şekilde geleceği oluşturma stratejisi"nden tamamiyle uzak kalındığını düşnüyorum. Bu yazıda da takımın oyun ve oyuncu yapısından bahsedeceğim ama asıl sorun olan planlama ve vizyon konusuna değineceğim. Çünkü şu anda ihtiyaç duyulan nokta günü kurtamak değil, olmamalı, problem 10 oyuncunun gidip 10 yeni oyuncunun gelmesi ile çözülecek kadar basit düzeye indirgenmemeli.

Öncelikle Polat geldiği günden beri 92-96 yılları arasında yaptıklar gibi 2000 yılında başarıya ulaşan takımın temelini oluşturmaya çalıştıklarını belirtiyor. Geleceği inşa etmek her yıl yığınla futbolcu alıp bir çoğunu da göndermekle yapılabilir mi? Göreve gelişinin 3. yılında hala 10'larca futbolculuk transfer hareketleri ve toplamda değiştirilen 4 teknik adam ile neyin geleceği inşaa edilimeye çalışılıyor acaba? Acaba Polat 96 yılından sonra 2000'e kadar görevde devam etse her yıl 1 teknik adam değiştiren zihiyetin sahibi olarak UEFA Kupası'na uzanılması yolunda atılan adımların önünü açabilecek vizyonu gösterebilecek miydi? Belki de kulübün en büyük şansıydı Polat&Sezgin 2'lisinden kurtulunarak Süren'in başkanlığı altında daha profesyonel bir ekibin futbol yönetiminin başına geçmesi.

Polat'ın kulübün rotasını belirleme noktasında da ciddi hatalar yaptığı kanısındayım. Polat ile GS daha çok Fenerbahçe endeksli bir takım haline geldi ve ne yazık ki kendisinin en büyük vizyonu her daim FB’nin önünde olmak. Bu nedenle başarısızlıklara sabır gösterip beklemek yerine hemen günlük kararlar alıp adım atıyor, şampiyon olunca saatini gösteriyor. 90’lı yılların Ali Şen’i nasıl GS odaklı bir yönetim vizyonuna sahipse, Polat da ne yazık ki aynı mantalitenin GS temsilciliğini yapıyor. Oysa bu kulüp yüzünü Avrupa’ya dönmüştü ne gerek vardı Kadıköy’e dördürmeye rotayı?

Buna ek olarak isimler özelinde yapılmamalı tartışma bence. Yazının ilerleyen kısmında genel olarak transfer mantalitesine de değineceğim ama asıl meselenin futbol yönetimindeki köklü değişimler üzerinde yoğunlaşması gerektiğini düşünüyorum. Benim asıl dikkati çekmek istediğim nokta, belki de takım iskeleti oluşturma anlamında en kritik husus olan “Kadro Mühendisliği” meselesi.

Şimdi basında bazı haberler okuyoruz Polat’ın gönderilecek 11 kişiyi belirlediğine dair. İşte zaten GS’nin ve Türk kulüplerinin en büyük problemi bu. Başkanların işin içine bu kadar müdahil olması. Polat da dahil olmak üzere bir çoğu bu işten anlamadıklarını kabul etmeyip kenara çekilmek yerine ortalıkta görünerek başarıya ortak, hatta başarının bizzat içerisinde olmak istiyorlar, oysa zaten bir başkan olarak başarının her zaman senin kucağında olduğunu bilmeleri gerekir ama egolar fazlasıyla şişkin.

Dolayısı ile bu bile aslında kafaların hala eski modelde olduğunun en büyük göstergesi. Kim belirliyor gidecek ve gelecek oyuncuları desem herhalde en az pay gelecek sezon takımı çalıştıracak teknik adamın, en fazlası da başkan ve çevresindeki 1-2 şahsındır.

Örneğin, bir Mustafa Sarp’ın alınmasına kim karar vermiştir? Kaç defa kim tarafından izlenerek karar verilmiştir transferine? Takıdaki oyuncular ile nasıl bir karşılaştırma yapılarak hangi eksikliği doldurma mantığı ile hareket edilmiştir? Mustafa Sarp gibi nicelerinin alt yapıda var olduğunu görmeyenler mi oturup bu takımın geleceğini inşa edecek. Tek yaptıkları kadro şişkinliği oluşturmak tıpkı geçen sezon Serkan, Ferdi, Yaser, Volkan gibi oyuncuları alarak kuruşluk fayda elde edemeyip gereksiz kadro fazlalığı oluşturdukları gibi.

Evet, yukarıda “Kadro Mühendisliği” dedik, eminim bir çoğumuz bunu biliyoruz ama kısaca “Dengeli ve alternatifli bir oyuncu topluluğu oluşturmak” denebilir. Bunun da öncelikle takımın mevcut kimyasının sağlam analizinden geçtiğini söylemek gerekir. Ben takımın şu andaki futbol yönetimi ekibinin bu analizi yapabileceğine ihtimal vermiyorum. Dolayısı ile sezon bittiğinde göreceğimiz üzere bir çok oyuncu gönderilecek.

Peki bir soru: GS 6-7 puan daha fazla alıp en azından sezonu 2. tamamlasa bu kadar yoğun bir hareket olur muydu, ki bu 7 puanı almak işten bile değildi, hatta kötü oynanılan Kayseri ve Ankara maçlarından bile 4 puan daha fazla alınabilirken? Evet, kesinlikle bugün alınan kararlar alınmayacaktı, sadece 6-7 puan GS nin geleceğini bu kadar farklı kılıyor. Geçen sezon teknik adamsız şampiyon olmanın gururunu yaşayan bir vizyonsuzluğun vermiş olduğu günü birlik kararlar bunlar. Belki de geçen sezon alınan şampiyonluk kulübe en az 3 yıl kaybettirdi, ama farkında değiliz.

Bir de altyapı mevzusuna gelelim. Şu an takımda düzenli forma şansı bulan yalnızca 3 isim var: Arda, Sabri ve Uğur (sakatlanmamış olsa 11'de olacağından şüphe yok). Bugün Avrupa Şampiyonu Barça'nın kadrosunda alt yapı kökenli oyuncuların toplamda oynadığı süre, dışarıdan transferlerden daha fazla. Türkiye'nin en iyi altyapısına sahip olduğu söylenen bir kulübün ortaya koyduğu sayısal performansa hemn yukarıda baktık: Sadece 3 oyuncu. Bakın sayısal veriler öyle söylemiyor? Ortada bir problem olduğu açık, belki de sanıldığı kadar verimli bir altyapı sistemi yok. Başkan, Kalli'nin altyapıdan sorumlu olduğunu, orayı yeniden yapılandıracağını belirtiyordu ama O'da sezon sonunda görevi bıraktı. Yani yine Polat'ın plandan uzak sadece sözde kalan bir icraatı daha. Peki piyasada 10'larca kiralık GS Altyapı patentli oyuncu var, bunlar ne yapar, ne yer ne içer bilen var mı? Hangileri ne kadar geliştirdi kendilerini takip eden var mı? Cevabı ben vereyim: Yok. İşin daha kötüsü Ali Yavaş ve Halim Hoca'nın ayrılışı sonrası alt yapının daha da kötüye gittiği açık.

Bu yazıda sorular eşliğinde sorunlara değinmeye çalıştım, neler yapılması gerektiği konusuna 2. yazıda değineceğim.

29 Mayıs 2009

Cimbom'dan İlk Bomba (!) : Mustafa Sarp



Bir isim bile bir kulübün transfer politikası, vizyonu, planlaması üzerine o kadar çok fiki verebilir ki son 2 sezonda futbol takımının bünyesine katılan Yaser, Ferdi, Volkan, Serkan gibi aslında olmasalar da çok şey farketmeyecek ve alt yapıdan 10'larca benzeri bulunabilecek oyunculara bünyesine katan bir kulüpten bahsediyorsak lafı fazla uzatmaya da gerek yok aslında.

Bu senenin ilk bomba oyuncusu da Mustafa Sarp oldu. Hangi akla hizmet alındığı belli olmayan, kimin beğenip tavsiye ettiğini (muhtemelen Korkmaz & Sezgin işbirliği söz konusu) çok merak ettiğim gereksiz bir transfer örneği daha karşımızda anlaşılan.

Bloglarda çeştli yazılar yazılıyor ya eksiklikler ve transfer yapılması gereken bölgeler, muhtemel isimler üzerine, GS Yönetimi'ndeki bu kafalar iş başında oldukça Galatasaray'da hiç bir şeyin değişmeyeceği o kadar net ki, adım gibi de eminim bundan ne yazık ki. Gelecek sezon göreceğimiz yegane farklılık planlamadan yoksun hareket eden ve ağızlarından "geleceğin GS'si" lafını bu sene olduğundan daha fazla kullanacak olan yöneticiler olacak. Var mı bahse girecek???

28 Mayıs 2009

Gourcuff ile Yola Devam...



Milan'dan 15 Milyon Euro'luk satın alma hakkı saklı olmak üzere kiralık olarak başlamıştı sezona Bordeaux'da genç yetenek. Bu sezon "Şarapçılar" ın artan performansında elbette Blanc'ın rolü ve oturan takım düzeninin etkisi bambaşka ama bu faktörün ardından ilk sıraya konacak gerçek de Gourcuff'un takım içindeki rolüydü. Özellikle son haftalarda alınan ard arda galibiyetlerdeki payı yadsınamaz cinsten. Şu an bir ucundan yakalanan Şampiyonluk Kupası'nda çok fazla emeği olduğunu söylemek lazım.

İşte bu gerçekten hareketle Bordeaux'da eldeki değeri kaybetmek istememiş olacak ki bugün Gourcuff ile 4 yıllık bir anlaşma yapıldığı haberleri düştü ajanslara, Milan tarafından da genç oyuncuya başarı dileyen bir açıklama ile doğrulandı bu bilgi daha sonra. Bordeaux için çok isabetli olan bu hamlenin aynı zamanda Kaka'nın takımda kalacağı anlamına geldiğini söylersem yanlış olmaz sanırım.

Bakalım bu sevindirici haberin ardından kulüp taraftarları, hafta sonu alıncak 6. şampiyonluk ile çifte mutluluk yaşayacaklar mı?

Devler Ligi Kupası Barça'nın...



Chealsea sonrası Manu'nun defansif tarzının Barça'ya daha yumuşak geleceği kesindi, sadece bu yumuşaklığın derecesini merak ediyordum. Çok fazla pozisyon vermediler ama orta sahada yeterli defansif direnci oluşturamamanın cezasını çektiler. İlginç bir şekilde hücum anlamında da oldukça kısır bir günlerindeydiler, ilk defa bir arada oynayan bir 4'lü defans dizilişi bulmalarına rağmen karşılarında neredeyse 0 (sıfır) pozisyon ile tamamladılar maçı.

Laporta, maç sonunda belki de sezon başında kaos ortamı içerisinde aldığı riskli kararın bugün kulübü zirveye ulaştırmasının haklı gururunu yaşıyordu. Guardiola'ya sarılışında bu mutluluğun resmi gizliydi aslında. Genç teknik adam için de bir o kadar belirsiz bir süreçti bu ama sezon başında hedeflediği gibi sezonu 3 kupa ile bitirdi. İlk sene için süper bir başlangıç, daha ne beklenebilir ki? Kupalara ulaşmaktan ziyade bu sene Barça'nın ortaya koyduğu akıl futbolu çok şeye bedel aslında. Yerden ayağa oynayan başka kulüplerde gördük ama insana bu kadar zevk verenini ben hiç görmemiştim. Messi-Xavi-İniesta 3'lüsünün olduğu yerde de bunu gayet normal karşılamak lazım.

CR7, yılın futbolcusu ödülünü alır iken Messi'ye olduça büyük bir fark atmıştı toplam oyda. Oysa Messi'nin hala söyleyecekleri vardı, sezon başından beri yaptıklarının üstüne kupayı da kaldırınca sanırım mesaj gerekli yerlere ulaşmıştır. Bu sene bile aslında alabileceği ödülün önümüzdeki seneki sahibi olmayı en azından garantilemiş oldu. Manu'ya attığı gol, o boyla ulaşabileceği maksimum yükseklikdi herhalde. Havada zirve yapışı ve çok akıllıca topu köşeye gönderişi için söylenecek fazla söz yok ama Xavi'nin attığı pasın güzelliğinin, akıl doluluğunun da altını çizmek gerek.

Barça'nın ayağa oynadığı futbol gerçekten bir sanat eseri ise Xavi ve Iniesta bu eserin en nadide 2 sanatçısı olarak adlandırılmalılar. Defans hatlarının hemen önü ile rakip kale arasında bu kadar geniş bir ağ örebilme, defalarca o mesafeyi kat edebilme, topu ayaklarında alışlarında ince dokunuşlarla o cansız nesneye adeta ruh katmaları vs. vs. Daha ne yazılsa az bu ikili için, eğer Barça'nın ortaya koyduğu futbol bu kadar göze hoş geliyorsa en başta alkışlanacak isimler bellidir.

Uyumsuz defans hattı dedik bugünkü geri dörtlü için ama bunun sadece kağıt üzerindeki görüntü olduğunu belirtmek gerekir. Sene başında ayrılacağı konuşulan Yaya Toure'nin bir joker gibi orta sahadan defansa kaydırıldığında da aynı verimi vermesi, Piquen'in gün geçtikçe gelişen ve büyüyen futbolu, Puyol'un belki de sahadaki 11 içerisinde teknik kapasitesi en sınırlı oyuncu olmasına rağmen sağ bek de ortaya koymuş olduğu performans ve Silvinho'nun hücumda etkili olamasa da gerideki garanti oyunu çok az hata oynayan bir savunma kurgusu çıkardı oyuna. Buna önde oynayan Busquets'in de Chealsea maçına oranla çok daha verimli futbolu eklenince iyice sağlamlaştırdılar o bölgeyi. Özellikle genç oyuncunun ilk golde orta sahadan top ile çıkışı ve Etoo'yu görüşü alkışlanacak cinstendi.

Manu cephesinde ise muhtemelen maçı kaybetmekten çok sahada ortaya bir şey koyamamanın üzüntüsü yaşanıyordur. Orta sahada çok etkisiz kalındı ki bu etkisizliği sadece Fletcher'ın yokluğuna bağlamamak lazım. Barça'nın alan daraltan futbolunun etkisi büyüktü bu hayal kırıklığı yaratan futbolda. Giggs, sonradan oyuna dahil olduğu maçlardaki performansını yine ilk 11'de başladığı bir maçta gösteremedi. Ona Anderson ve Park'da eklenince tüm umutlar Ronaldo'ya bağlandı. Maça iyi başlasa da, dakikalar ilerledikçe saman alevi gibi sönünce çöküş kaçınılmaz oldu.

Bu sonuç ile Manu, CL'yi ard arda kazanan ilk takım olma şansını yitirmiş oldu, Barça'da en son 2006 kaldırdığı kupaya bir kez daha uzanmanın sevincini yaşadı. 3 yıl önce Arsenal forması altında İspanyol ekibine kaybeden Henry ise bu defa kazanan takımda olmanın mutluluğu ile doluydu. Tüm bunların ötesinde en büyük gurur kuşkusuz Laporta ile beraber Guardiola'nın. Başarısız olunduğu takdirde çıkılan yolda başkan ile beraber okların yöneltileceği kişi olarak hakkını teslim etmek lazım. Hiddink karşısında biraz çaresiz kalsa da bu akam gayet iyi yönetti takımını. Bu safhadan sonra gelecek sene de aynı "Joga Bonita" yı beklemek düşüyor bize genç teknik adamdan!

25 Mayıs 2009

Dev Final'in Hakemi



Manu-Barça Finali'ni İsviçreli Hakem Massimo Busacco yönetecek. Final için 2 adaydan biriydi bence. Rosetti'yi bu 2'liye dahil etmiyorum çünkü Arsenal-Manu Yarı Finali 2. maçında düdük çalmıştı. 2 adayın ilki Medina Cantalejo idi ama geçen hafta UEFA Finali'ni yönetince otomatik olarak elenmiş oldu. Diğer aday da Busacca idi zaten. Aslında ben onu Chealsea- Barça Yarı Finali'nin Stanford Bridge ayağında sahada görmeyi bekliyordum, hatta Norveçli hakemi görünce şaşırmıştım.

Bu safhada yapılacak tek şey, maça gölge düşürecek ve maçın önüne geçecek negatiflikte bir düdük performansı sergilimemesini ummak İsviçreli'nin ki alnının akıyla çıkacağı konusunda rahat olduğumu söyleyebilirim.

Beşiktaş 2:1 Galatasaray / 'Simple is the Best'



İlk 5 içerisindeki hiç bir takımı yenememiş ve şampiyonluk yolunda en önde ilerleyen Beşiktaş, karşısında artık tek hedefi Avrupa Ligi'ne katılmak olan nispeten rahat bir Galatasaray karşısında nasıl bu kadar çaresiz oynar Denizli'ye sormak lazım? Oyunu sürekli geride kabul eden ve bu şekilde Galatasaray savunmasının öne çıkmasından faydalanarak Holosko, Ekrem, Bobo, Tello gibi hızlı oyuncular ile pozisyon bulmayı düşünmüştü Kurt (!) teknik adam ve bunun dışında bence hiç bir planı yoktu. İlk yarıda bulduğu şansgolüne kadar da Cisse'nin pozsiyonu dışında da kendisini gole yaklaştıracak bir aktiviteden çok uzaktaydı Siyah-Beyazlı ekip.

Galatasaray ise, Korkmaz'ın ilk zamanlardaki kaos futbolunun aksine topu daha çok yerden oynamaya çalışan, ayağa isabetli paslar ile rakip kaleye gitme çabası içerisinde olan daha derli toplu bir görünüm içerisindeydi. 2 takımın görünüdeki bu halleri ile sıralamadaki yerleri hakkında çok farklı tahminler yapılabilirdi Lig'i hiç takip etmeyen tarafsız gözler tarafından. Bu kadar zıt bir dominasyon vardı Beşiktaş aleyhine oyunda.

2. yarıda da değişen bir şey olmadı, yine aynı tablo. Oyuna hükmetmeye çalışan Galatasaray ve bu defa da Yusuf'un oyuna girmesi ile O'nun ayaklarının maharetine planlarını bağlayan Denizli'nin Beşiktaş'ı. Bu oyun şablonları içerisinde açıkçası Beşiktaş'ın maçı kazanması tamamiyle şans faktörü ile açıklanabilir. Burada şans derken kesinlikle alınan galibiyeti küçümsemek amacında değilim, sonucu "Şans" a bağlamamın nedeni, oyunu lehine çevirmek için hiç bir pozitif plana sahip olmadan rakibin acemice yaptığı hatalar ile altınd değerinde 3 puana ulaşılmasından yola çıkıyorum.

Peki neydi maçın sonucuna etki eden? Bunun kesinlikle Beşiktaş ve Denizli olmadığı kesin. Bugün negatif ve pozitif anlamda skoru Galatasaray belirledi. Öncelikle yenilen ilk golü anlatmaya gerek yok, talihsizce bir an ve her futbolcunun yapabileceği acemice bir vuruş, kalecinin bakışları arasında ağlarla buluşan bir top. 2. gol ise top ayağında iken teknik kapasitesinin kısıtından dolayı bu maçta da görüldüğü gibi hata yapmaya ve rakipe topu kapma imkanın vermeye gayet açık olan Emre'nin çok gereksiz bir hamle yaparak topu taca atmaması, Topal'ın arkadaki adamı Balta'nın kapattığını görememesi ya da 2 oyunucunun konuşmayarak anlaşmaması ve adeta sessiz sinema oynaması sonucu Yusuf'un açısını kapatmada geç kalması, Yusuf'un golü kaçırma adına üstün çabasına rağmen topun önünde kalması ve 2. gol. Tamamiyle defansta yapılan acemice hataların sonucunda gelen basit goller.

Buna ek olarak, Baros'un daha önce bazı postlarda belirttiğim,İngiltere'de, Fransa'da başarılı olmasını engelleyen savrukluğu ve son vuruşlardaki beceri eksikliği bugün de devredeydi. Bazen daha önce yaptığım değerlendirmelerin üstüne "acaba Baros'a haksızlık mı yaptım" diye düşünüyordum ki Çek Futbolcu haklı olduğum gerçeğini koyuverdi ortaya. 2 net pozisyonu harcanmaması gereken bir maçta yiyiverdi.

Arda için ayrı bir parantez açmak lazım. Dar alanda topa hakimiyeti va çalım etme becerisi hayranlık verici, topun ayağına çok yakıştığını belirtmeye zaten gerek yok, fakat bugün bir çok pozisyonda topu gereğinden fazla ayağında tutup bencilliğe kaçtığını belirtmek gerek. Özellikle 2. yarıda Beşiktaş ceza sahasının sağ tarafında ard arda 2 çalım attıktan sonra araya kaçan arkadaşının önüne topu yuvarlayarak net bir pozisyona merhaba demek varken tekrar bir çalım daha atmasının anlamını çözemedim. Asıl yapması gereken çok daha basit oynamak ve dikine takımı ilerletmek varken bu tür gereksiz çabalar kendisini geliştirmeye çokça ihtiyaç duyan bir futbolcu için biraz lüks kaçıyor. Buna ek olarak son paslar ve kanat ortaları açısından da oldukça kötü bir günündeydi aslında ardanın bu konuda da eksiklikleri var, bilmiyorum farkında mı ama kesinlikle geliştirmesi lazım. Korkum o ki, Türkiye sınırları içerisinde kaldıkça kendi geleceğine artılar katma adına çok fazla bir şey kazanmayacak. Özetle, Arda bugün fazlasıyla bencil ve zaman zaman da savrukdu.

İsimler üzerinden analiz yapmayı pek sevmem ama bu maçın görünen yüzü bu ve gerçeklerden kaçamıyorsunuz bazen. Keşke Beşiktaş ortaya bir şey koyabilseydi de bu tür hatalardan ziyade onların yaptıkları üzerinde kelam etseydik. Denizli'nin beğenmediğim tarzının bir yansıması vardı sahada yine Muhtemelen Şmapiyon olunup caminanın ağzına bir parmak bal çalıncak ama Mustafa Hoca ile yaşanacak olan hüsran olacak Şampiyonlar Ligi'nde.

Galatasaray adına Nonda sezon boyunca olmadığı kadar verimliydi bugün. Sezon sonuna doğru artan bir ivmesi vardı ama 1-2 maç ile sınırlı kalmıştı, zeki bir oyuncu olduğu belli ama bu saman alevlerine kanmamalı Galatasaray. Son vuruşlarda başarılı, hareketli ve adam eksiltebilen bir forvete ihtiyacı olduğu kesin Sarı-Kırmızılıar'ın. Umarım yine gereksiz bir Mehmet Yıldız sevdası peşinde koşarak vakit katbetmezler.
Bülent Korkmaz'ı bu sayfalarda eleştirdik ama bugün kaleyi Orkun'a vermesi gayet doğru bir karardı. Kesinlikle Aykut'dan çok daha yetenekli bir isim olduğu açıkdı. Geçen sezon alınmasın gereksiz bulsam da ortaya koyduğu performans fena değildi. Leverkusen maçı büyük talihsizlikdi O'nun adına ama yenilen gollerde hatasının fazla olduğunu söyleyemeyiz. Bu bağlamda önümüzdeki sezon kadroda kalması düşünülebilir. Aykut ise zaman kaybetmeden gönderilecek tek isim olmalı, fakat sanırım, 2 isim ile de yolların ayrılması düşünülüyor...

Çok sevdiğim güzel bir söylem var:" Simple is the best" ( basit olan en iyisidir ) diye. Bir Japon vatandaştan duymuştum, çok da hoşuma gitmişti kendi hayatımda da dikkate alırım çoğunlukla. Bugün de Galatasaray'lı oyuncuların en büyük sorunu aynı zamanda futbolun da temel düsturlarından biri olan bu sözü beyinlerinden çıkarmış olmalarıydı. Bu basit söylemi uygulayamamak pahalıya patladı, neyse ki Gaziantep yetişti imdada Bursa'dan puan ile dönerek yoksa Avrupa Ligi'ne gitmek bile hayal olabilirdi.

21 Mayıs 2009

Son UEFA Kupası Eski Dost'un : Shaktar 2:1 W.Bremen



UEFA Kupası organizasyonuna son verilerek kıta futboluna önümüzdeki sene Avrupa Ligi gibi yeni bir soluk getirmekle ne kadar haklı olduğunu gördük dün akşam Platini'nin. Artık kulüpler kadar taraftarlar için de anlamını yitirmeye başladığını farketmek için yarısından fazlasını maç ile alakası olmadan tezahurat yapan Türklerin doldurduğu stad tribünlerine bakmak yeterliydi. Final oynayan 2 takımın toplam 12-13 bin civarında seyircisi olması bile başlı başına çarpıcı. Aslında bunun en büyük nedeni Kupa'nın maddi olarak kulüplere neredeyse hiç bir şey vaad etmemesi. Bu durumda kulüplere özellikle kendi liglerinde maddi getirisi olan Şampiyonlar Ligi için mücadele etmek çok daha cazip gelmes ve bunu da açık açık dillendirmekten geri durmamaları UEFA Kupası'nın imajına ciddi zararlar verdi. Önümüzdeki seneden itibaren daha heyecanlı bir Kupa maratonu izleyebiliriz umarım.

Genel manada bunları düşündürtse de işin ucunda kupa olması sebebiyle de sahaya çıkan 2 takım en azından son kupayı evlerine götürmek istedir. Hem Schaft hem de Lucescu kariyerlerine bu tür bir artı yazdırmak için sürdüler takımlarını sahaya. İki takımda da Türk taraftarların desteğini çekebilme adına önemli isimler vardı. Bir tarafta Türk asıllı Mesut Özil, diğer tarafta ise Galatasaray ve Beşiktaş ile şampiyonluklar yaşamış, her teknik direktör arayışında medyaın ve kulüplerin ilk aklına gelen isim Lucescu. Her ne kadar Mesut, Türk taraftarların desteğini esirgemeyeceklerini belirtse de kendisinden, Lucescu'nun çok daha fazla destek toplayabileceğini belirtmek için kahin olmaya gerek yoktu.

Şunu itiraf etmem gerekiyor: 2002 senesinde Lucescu şampiyon yapmasına rağmen Galatasaray'ı, oynattığı sıkıcı ve baygınlık veren futboldan ötürü gönderilmesini isteyenlerden biriydim. Aradan geçen yıllar geçmişteki bu düşüncemi çokça sorgulatsa da bana, dün akşam beynimde çakan şimşeklere kadar olaya bu yönü ile bakmamıştım. Shaktar'ın ortaya koyduğu performans benim ve bir çok futbol izleyicisinin kafasında oluşturmuş olduğu "Defansif tedbirleri ön planda tutan ve hücumu 2. plana iten" teknik direktör anlayışının dışında işler de yaptığını gösterdi Lucescu'nun. Oyunun her 2 yönünü dengeli oynayan ve Brezilyalıları'nın da etkili performansları ile hücumda pozisyonlar bulan, şişirme toplardan ziyade yerden ayağa oynamayı becerebilen bir ekip olarak kalıpları oldukça dışındayd Rumen Teknik adam. Belki de 2002'deki futbol o dar ve kısıtlı kadrodan kaynaklanıyordu, o kadronun yapabilecekleri ölçüsünde bir futbol hakimdi sahada ama eldeki malzeme çeşitlenince belli bir şablona takılmadan değişikliklere gidebilen bir anlayışa sahip olduğunu gösterdi böylece.

Bremen tarafında daha maç kadrosunu görür görmez orta saha yaratıcılığı anlamında sıkıntı yaşanacağı o kadar net görülüyordu ki. Diegosuz bir orta sahada oyunun tüm yaratıcılığı Mesut'un üzerine bindirilmişti ve O'nun dışında ilerideki Pizarro - Rosenberg ikilisini besleyebilecek başka bir kayank bulunmuyordu. Bu orta sahanın tek artısı daha çok mücadele edebilecek bir yapıda olmasıydı ama gol yenildiği an asıl defosu ortaya çıkacaktı.

Maç başlayalı yaklaşık 6-7 dakika olmuştu ki Luce'nin Bremen'in sol kanadındaki madeni keşfettiğini ve burayı sıkça kullanacağını anladık. Sağ bek'lik dersi veren Syrna ile Ilcinho'nun yanı sıra o bölgeye sık sık desteğe gelen Fernandinho ile çokça tehlike yarattılar, nitekim 2. golü de bu şekilde buldular. Luce'nin klasik 10 numaranın olmadığı ama ayağına hakim ve oyunun 2 yönünü oynamaya çalışan yetenekli isimler ile uyumlu bir orta saha ve hücum hattı oluşturması da kendi sisteminin bir parçası. Maç boyunca da bu uyum göze hoş gelen futbolun temel nedeniydi, tabiki Bremen'in etkisizliğinin de payı vardı bunda.

Alman ekibinde takımn en mücadeleci ve çırpınan oyuncusu Pizarro'ydu. İlk 45 dakikada çok koştu ve rakip defansın dengesini bozmaya çalıştı ama Mesut ve Rosenberg'in etkisiz futbolları ile daha fazlasını yapması beklenemezdi.Schaft'ın oyuna müdahele etme anlamında fazla bir seçeneği de yoktu elinden geleni yaptı. Bence tek şansı takımının maçı penaltılara götürüp kaderini penaltı kurtarma konusunda oldukça becerikli olan Wiese'ye emanet etmekti ama Shaktar buna izin vermedi, açıkçası tersi olsaydı Turuncu'lara yazık olacaktı.

Son UEFA Kupası bir çok yönüyle çakıştı Türk Futbolu ile. İstanbul, Şükrü Saraçoğlu Stadyumu ve Lucescu. Eski bir dosta kupanın gitmesi de işin sevindirici tarafı tabiki. Muhtemelen O, Kadıköy'de takımı ile kupayı kaldırırken ; kendisini takımlarından kovarcasına gönderen "Vizyonerlik Timsali" yöneticiler de"keşke"ler ile dolu cümleler kurmakla meşgul oluyorlardı.

20 Mayıs 2009

17 Mayıs 2000'in Hatırlattıkları



17 Mayıs 2000... Sadece tarihi vermek ardından 3 noktayı koymak bile yeterli aslında. O kadar çok anlam barındırıyor ki içinde. Aradan yıllar geçtikçe sanki zaman ile birlikte anlamı da artıyor bu zaferin ve zamanında belki de o büyük anın değerini çok kavrayamadığımızı fark ediyoruz. Hatta 1 kaç ay sonrasındaki Süper Kupa Zaferi bile çok sönük kutlanmıştı sanki rutine binmiş bir başarıydı öncelikle Galatasaray Camiası, sonrasında Türkiye için.

Dedik ya çok büyük anlamlar, kendi içinde farklı farklı başarı hikayeleri içeren bir serüven var o Kupada. 2009 yılına gelindiğinde ise geride kalan başarısız dönemin izlerinin arasında hos bir sada olarak duruyor o tarihi başarı.

Aradan geçen 9 yıl sonrasında gelinen nokta, Türk Futbolu'nun durumu ve futbola bakışımdaki değişimin 17 Mayıs 2000 ve gelecekte yaşanacağını umut ettiğimiz benzer başarılar üzerine düşündürdüklerinden bahsetmek istiyorum.

Faruk Süren'in vizyoner yönetiminde Terim ile geçirlen 4 yıl ve yakalanan istikrar, sonunda patlama noktasına gelmişti ama biz çok da farkından değildik sanırım. Uzun zamandır birlikte olan bir ekip oluşturmanın getireceği artılar mutlaka olacaktı ama mesele boyutlarının ne olacağıydı. Sonucu da Spor Tarihimiz'in en büyük başarısına ulaştı. Gelinen süreç değeri çlk anlaşılamasa da bir planlamanın sonucuydu ve kesinlikle tesadüf olarak adlandırılamayacak izler taşıyordu.

Tesadüf yakıştırmasının asıl nedeninin "daha önceden açık bir dille hedefin gösterilmemiş ve bunun net olarak söylenmemiş olması" olduğunu düşünüyorum. Şu anda kulüplerimizin yaptığı gibi aslında ortada herhangi bir planlama ve sistem yokken bile Şampiyonlar Ligi çeyrek/yarı final hedefleri, UEFA Kupası'nı kazanma hayallerinin açıkça medya ile ve dolayısı ile kamuoyu ile paylaşılması gibi olgular bundan 10 yıl önce çok da cesaret edilen hareketler değildi. Yani 1999 yılında Terim ya da Süren bunu muhtemelen içten içe düşünüyorlardı ama açık bir şekilde paylaşmayı tercih etmediler belki de cesaret edemediler hedeflerini. Çünkü o zamanlar bu tür söylemlerin gerçek olacağını akıllara yerleştirmek ya da bu hedefin peşinden gidileceğini belirtmek hiç de inandırıcı değildi birçokları için ve bazı kesimler tarafından gülünç bile bulacağını tahmin etmek hiç de zor değil. Bugün eğer kulüplerimiz bu kadar net hedefler koyup, toplum tarafından da gayet normal karşılanıyorlarsa işte 9 yıl önceki UEFA Zaferi'nin bizlere vermiş olduğu cesaretin etkisidir o.

Dolayısı ile UEFA Zaferi'ne gelinen süreç ciddi bir planlamanın sonucuydu ama o hedefe ulaşılacağına kaç kişi inanıyordu acaba. Bu nedenle belki de hep içlerde saklanan bir uhde oldu hep zirveye oturmak. 17 Mayıs 2000, içinde barındırdığı bu vizyonerlik, Türk Futbolu'nun ufkunu açması, birçoklarına hayal edemeyecekleri başarıları hedef olarak koydurtan bir zafer olması sebebiyle saygıyla anılmalı ve çok ayrı bir yerde durmalı.
Burada asıl mesele ise hedefe ulaştıktan sonra yaşanılan sürecin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi, ilerleyen yıllarda da aynı istikrar yollarında ilerlenebilmesi. Ne yazık ki 17 Mayıs'da zafere uzanan yolda gösterilen sistematik yaklaşım, sonraki dönemde gösterilemedi ve 9 yıl sonra hala özlemle anılan bir tarih kesiti olarak duruyor belleklerde o günler.

Görülmesi gereken ilk husus Türkiye gibi futbol piyasası için cazibe merkezi olmayan bir yerde parlayan başarılan ve dolayısıyla öne çıkan teknik adamlar, futbolcular her zaman üst liglerden talep görecektir. Aynı zamanda bu talep karşılıksız kalmayacak ve yıldızlaşan bu kişiler için de mevzubahis ligler birer hedef haline gelecektir tıpkı Galatasaray'ın 2000-2002 arasında yaşadığı olaylar bütününde görüldüğü gibi. Dolayısı ile kaderimiz olan bu olgudan kurtulamayacağımız için kulüplerimizin her zaman kaybedilenlerin yerini doldurabilecek bir organizasyonu şekillendirme yönünde çabalaması gerekiyor. Bunun gerek alt yapıdan sağlma yetenekler çıkararak gerekse de piyasayı çok iyi tarayıp çok uygun fiyatlara yeni yetenekler bularak çok da kolay yapabilirsiniz ama asıl mesele bu sistem ve planlamayı oluşturabilmekte.

Bir nevi Porto'laşabilmekten bahsediyorum aslında. Kendi Portomuz'u oluşturabilmek asıl mesele. Carvallo'yu kaybedince yerine Pepe'yi, Deco'yu elde tutamayınca Quaresma'yı, Bosingwa'yı Premiere League yollarından çeviremeyince de aynı pozisyona Spanaru'yu monte edebilecek organizyona sahip olabilmek gerekiyor. Yoksa bu tür parlak başarıların ardından aynı çizgiyi korumak hayalden öteye gitmeyecek hatta bugün yaşadığımız gibi geçmişi buğulu gözler ile aramak kalır geriye.

17 Mayıs 2000 bi milattır Türk Futbolu için yukarıda saydığımız bir çok sebepten ötürü ama en önemlisi görmek isteyene de bu başarıdan uzaklaşmamak, çizgiden sapmamak adına neler yapılıp yapılmaması adına çok önemli mesajlar veriyor. Haa, gören var mıdır, gelinen nokta mesajın aradan geçen 9 yılda henüz alınamadığını gösteriyor, peki alınabilir mi? Pek sanmam ama elimizde de sadece umut var, onu da yitirmek istememek de bizim son kozumuz olarak kalsın!

19 Mayıs 2009

Marseille - Lyon & Saltanatın Sonuna Doğru



Ligue 1'in şampiyonluk yarışını yakından takip eden biri olarak bu maçı kaçırmam beklenemezdi zaten. Daha önce sezonun bitimine 6 hafta kala yazdığım bu yazıda geniş çaplı bir değerlendirme yapmış hatta Lyon saltanatının bu sene muhtemelen sonlacağını belirtmiştim. Nitekim bitime daha 4 hafta kalan Lyon'un yarışın dışında kaldığı belgelenmişti.

İşte bu açından zirve yarışını yakından etkileyen en önemli karşılaşmaydı Marseille -Lyon mücadelesi. Zaten zor bir fisktüre sahip olan ve geçen 3 hafta içinde Bordeaux ile arasındaki 2 puanlık fark eriyip "Şarapçılar Diyarı" temsilcini yakalanan Gerets'in ekibi için tek yol galibiyetdi. Lyon ise 1 paun arkasındaki PSG'nin kendi evinde Auxerre'e yenilmesi ile aradaki puan farkını 4'e çıkararak son 2 haftaya Şampiyonlar Ligi'ne katılma yolunda avantajlı girmeyi düşünüyordu.

Maça hızlı başlayan ekip Marseille oldu. Hücumda son haftaların etkili ikilisi Nyang-Brandou 2'lisini sürmüştü sahaya Gerets. Bunlara ek oalrak çoğu maçta yedek soyunmasına alışık olduğumuz eski Lyon'lu Ben Arfa'da sahadaydı. İlk 25 dakikada oyuna hakim olan ve pozisyonları bulan ekipti ev sahibi takımdı. Lyon ise orta sahadaki lideri Juninho'yu yedek kulübesine çekmiş ve bu görevi Ederson'a teslim etmişti. Sol tarafta Delgado, sağda Govou ve ileri uçta ise Benzema ile 4-5-1 dizilişi ile sahadaydı. Fazla organiza olamayan ve gol atmaktan uzak bir görünrü içerisinde solan son şampiyon Brandau'nun ceza sahası içerisinde yapmış olduğu gereksiz ve kontrolsüz hareket sonrası bulduğu penaltıyı değerlendirerek 1-0 öen geçti. Tam bir şoktu bu Marseille için, daha golün etkisini üzerlerinden atamadan sol taraftan Delgado'nun getirdiği top un ardından yapıaln güzel paslaşmalar ile Benzema'nın önüne bırakılan ara pası sonrası 2. gole uzandı Lyon. Hem skor hem de psikolojik olarak üstünlük artık tamamen Lyon'daydı.

2. yarıda maçı çevirebilmek için Marseille'nin tek umudu erken bulunacak bir goldü. Bunun için de net olmasa da pozisyona girmeyi başardılar hatta Nyang ile penaltı tartışması yaratacak pozisyonlar buldular ama çalınsa daha ağır olacak bu pozsiyonlarda hakem oralı bile olmadı. Daha sonra 2. yarıda çokça kullandıkları sol kanatdan Nyang'ın pası ile Wiltord ile bitime 10 dakika kala gole ulaştılar. En azından berabere bitirmek için şansları vardı. Bu arada Lyon'da Juninho'nunoyuna girişi sonrası topa daha çok hakim olmaya başlamıştı. Hatta bu arada 1-2 net pozisyon bile buldular. Artık maç bu şekilde bitecek derken Brezilyalı'nın artık klasik haline gelmiş 35-40 metrelik gollerinden birini daha izledik ve skor 3-1'e geldi. Juninho'nun dünya üzerinde duran toplar en etkili kullanan bir kaç isim arasında olduğunu söylemek sanırım yanlış bir değerlendirme olmayacak burada. Çünkü topa doğru geldiğinde kaleyi bulacak bir şut çıkaracağından o kadar emin izliyorsunuz ki pozisyonu, bu güven bile çok şeyi anlatıyor zaten.

Marseille açısından 3 puan kaybedilmişti ama son dakikada yenilen gol lig sonunda yapılması muhtemelen olan averaj hesapları düşünüldüğünde yenilen son golün anlamı çok farklıydı. Maç öncesinde genel averajda 29 ile 1 puan önünde olunan Bordeaux'un 1 puan gerisine düşüldü yenilen bu son gol ile. Toplam puanda ise 4 hafta öncesinde 2 puan önünde iken Bordeaux'un şimdi 3 puan gerisinde kalınmış zirvenin.

Kalan 2 haftada ise Bordeaux öncelikle 16. sıradaki ve düşme potasının hemen üstündeki Caen ile deplasmanda karşılaşacak. Marseille ise kendi evinde Lig 7. si Rennes ile kozlarını paylaşıyor olacak. Son hafta ise Bordeaux ligde bir iddiası olmayan Monaco ile oynarken, Marseille ise diğer bir rahat takım olan orta sıralardaki Nancy deplasnmanına çıkacak. Oynanacak kaşılaşmalara bakıldığında Bordeaux'un çok büyük bir avantaj yakaladığını belirtmek gerek özellikle de 1 beraberlik hakkı olduğu düşünüldüğünde. Yalnız burada son haftalarda zor ve tek farklı galibiyetle alan Bordeaux için hafiften tehlike sinyallerinin çaldığını da belirtmek gerek.

Marseille açısından bakınca özellikle Gerets'in teknik adamlığını beğenmeyen biri olarak basınımızın ve spor yazarlarımızın 2 hafta önceki puan durumuna bakarak methiyeler dizdiği, Galatasaray'lı bazı kesimin hala bugün O olsaydı dedikleri "overrated" teknik adamın zirvenin gerisinde kalıp aslında hakettiği yere gelmesi benim açımdan sevindirici. Blanc'ın ve oynattığı güzel futbolun zirveye yerleştiğini görmek güzel, 6 hafta önce de belirttiğim gibi favorim halen "Şarapçılar" ve Lyon'un salatanatına son verme adına önlerine altın tepside sunulan fırsatı geri çevirmeyeceklerini umuyorum.

Arrivederci Ranieri!



Yaklaşık 2 ay önce Juventus yönetimi, Ranieri ile gelecek sezon da çalışacaklarına dair bir açıklama yapmıştı. Açıkçası çok da şaşırmıştım bu açıklamaya, çünkü taktik beceri ve karizma olarak kesinlikle bu tür bir üst düzey kulüpde çalışacak potansiyeli göremiyordum Ranieri'de. Chealsea'de, Valencia'da oynattığı futbol hala aklımın bir köşesindeydi çünkü.

Nihayet dün beklenen açıklama geldi, Ranieri ile yollar ayrıldı. Muhtemelen yönetim de ilk 2 sırayı hedef olarak belirlemişti ama hafta sonu oynanan Atalanta maçındaki 2-2'lik skor artık hedefin çok uzakta olduğu belgelenince kaçınılmaz son gerçekleşti.

2007-2008 sezonunda başladığı görevi boyunca görevini yaptığını belirten İtalyan teknik adamın 1 yılık daha sözleşmesi bulunuyordu. Gelecek sezon için Torino ekibinin başına geçeceği konuşulan en güçlü isim ise Roma'nın başarılı teknik adamı Spaletti.

17 Mayıs 2009

Vizyon, İstikrar, Tutku ...



131 yıllık bir futbol kulübünün ilkini 1908'de elde etmiş olduğu 18 Lig Şampiyonluğu'nun 10'una şu an hala görevde olan bir teknik adam ile ulaşması, 23 yıllık bir birlikteliğin oluşturulmuş olması ve bu birlikteliğin ilk Şampiyonluk meyvesini tam 7 yıl sonra vermesi, Ferguson'un aradan geçen onca yıla rağmen her gole çaylak bir hoca kadar utuklu bir şekilde sevinmesi, gözlerden yayılan o hırs ifadesi...

Bir kulüp ve bir teknik adam birlikteliğinin en sade öyküsü bu. Vizyon, istikrar, tutku, hırs kokan bir hikaye... Yıllar sonra filminin çekileceğinden daha şimdiden adım gibi emin olduğum bir derslik ibret öyküsü aynı zamanda.

Bir spor ve futbol sevdalısı olarak bu tablo karşısında saygıyla eğilmekten başka yapılacak bir şey kalmıyor bana...

We Are The Champion...



Avrupa Ligleri'nde 1'er 1'er şampiyon takımlar "meydane" çıkmaya başladı. Aslında bir çoğunun zaten şampiyon olması bekleniyordu, kalan haftalar sadece olayın matematiksel yönüne duyulan saygının yansımasıydı, yoksa içten içe hatta çoklukla dıştan dışa bu takımlar "Şampiyon" olarak dillendirilmeye başlanmıştı bile.
Alex Ferguson, Manu'yu kulüp tarihinde 2. kez üst süte 3 kez Lig Şampiyonluğu'na ulaştıran isim oldu. 67 yaşında ve 20 küsür yıldır aynı kulüpte görev yapmasına rağmen hala aynı tutku ve hırs ile işini yapıyor olması bir çok insana hayatın her alanında örnek olacak cinsten. Maç sonrası vermiş olduğu "Artık 19. Şampiyonuk hedefine bakıyoruz" açıklamasının üstüne ne yotum yapılabilir ki? Kulübe, tarihinin 18. şampiyonluğunu kazandırırken İskoç Teknik Adam'ın bunların 10'unun bizzat çinde bulunduğu gerçeğinin de altını çizmek gerek. Geçen sezon da Lig Şampiyonluğu'na Şampiyonlar Ligi Kupası ekleyen Kırmızı Şeytanlar, bu sene de aynı tarifeyi uygulamaya sadece 90 dakika, bilemedin 120 dakika uzaktalar. Eğer bunu başarabilirlerse ard arda 2 sezon hem Şampiyonlar Ligi hem de Lig Şampiyonluğu'na ulaşan ilk takım olacaklar. Tabiki 92 yılından beri düzenlenen organizasyonda Kupa'yı 2 yıl üst üste kaldıran bir takım olmadığı için bunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz ama 1955'den beri düzenlenen Şampiyon Kulüpler Kupası Tarihi'ne baktığımız zaman bunu başarabilen tek takım olduğunu görüyoruz: Real Madrid. 1957 ve 58'de 2 Kupayı'da alarak şu an bunu başarabilmiş tek takım olarak duruyorlar tarih sayfalarında.

Bir diğer Şampiyon ise dün akşam Real Madrid'in Villereal deplasmanında puan kaybetmesi
(3-2) ile Barcelona oldu. Son 4 haftaya 7 puan fark ile giren Katalan ekibi, geçen hafta kendi evlerinde oynadıkları Villereal karşılaşması sonunda kutlamalara başlamaya hazırlardı ama 90+'da gelen gol adetea heveslerini kursaklarında bıraktı. Aynı takım bu hafta Madrid'i yenince de gecikmeli de olsa Barça'yı Şampiyonluğa ulaştırmış oldular. Bu hafta deplasmanda oynayacak olması çoşkulu kutlamayı gelecek hafta Neu Camp'a bırakmalarına sebep olsa da 3 yıl sonra yeniden Şampiyon olmanın çoşkusunu hissetmenin yerini de hiç bir şey tutamaz herhalde.

Sezon balında kulübün içinde bulunduğu kaotik ortam ve yönetim kurulunda yaşanan sıkıntılar, bu sıkıntıların üstüne Laporta'nın cesur bir karar ile genç teknik adam Guardiola'ya takımı emanet edişi ve Ronaldinho -Deco 2'lisi ile yarılan yollar. Oldukça belirsiz bir sürecin içerisinden gelerek tüm dünyaya adet şapka çıkarttıran ve "tadından yemendeyen" bir futbol resitali sunan bu takım şüphesiz yılın en değerli şampiyonluğuna ulaşan taraf oldu benim için.

Bu noktadan sonra hem Manu hem de Barça için tek hedef kazanılan Şampiyonluk sonrası, tamamiyle CL'ye konsantre olmak ve sezonu çifte zafer ile noktalamak ( Lig Kupası'nı da ekleyince 3 bile denebilir.)

Italya'da dün akşam Milan'ın Udinese deplasmanından aldığı 2-1'lik mağlubiyet sonrası beklendiği gibi mutlu sona ulaşan takım Inter Milan oldu. 88-89 sezonundaki şampiyonluktan sonra yeniden bu zafere ulaşmak için 17 yıl beklemek zorunda kalan Milano ekibi, 2005-2006 sezonunda Juventus'un karıştığı şike skandalı sonrası 2. lig'e düşürülmesinin ardından bu ünvanı almıştı. Bu piyango şampiyonluk sonrasında Ligi domine eden Milano ekibi üst üste 4. kez şampiyon olarak toplamda 17'ye ulaştılar.

AZ Alkmar, 3 hafta önce muhtemelen Avrupa'da şampiyonluğunu en erken ilan eden takımlardan biri olmuştu. Böylece 28 yıl aradan sonra Eredivisie'de 2. şampiyonluklarına ulaşmış oldular. Bu şampiyonluk onlar için pek de hayırlı olmadı aslında , en büyük güçleri Van Gaal'i Bayern'e vermek zorunda kaldılar.

Porto'da geçtiğimiz kafta SuperLiga'da şampiyonluğa ulaşan ekip olmuştu. Böylece üst süte 4. kez ve son 11 sezonda da 8 kez bu ünvanı elde ettiler, büyük bir dominasyonun olduğu açık burada da tıpkı Lyon örneğinde olduğu gibi. Benfica'nın son dönemde Porto'nun bir hayli gerisinde kaldığını belirtmek çok da yanlış olmasa gerek.

İskoçya Premiere League'de ise 2 ezeli rakip arasında kıyasıya bir çekişme var. Rangers 1 maç fazlası ile Celtic'in 3 puan önünde ve ligin bitimine yalnızca 1 hafta var, yani orada da nefesler tutulmuş durumda.

Avrupa Ligleri'nde tablo bu şekilde. Kimilerinde kutlamalar başladı hatta bazılarında artık bitmek üzere ama bir yerlerde de mutlu sona ulaşmak için son mücadeleler veriliyor. Bu sezon şüpheziz Bundesliga en heyecanlı lig oldu bir çokğumuz için ve hala da devam ediyor tüm güzellği ile, ardından da Ligue 1'i belirtmek gerek. Zira yıllardır Lyon hegomonyası altında geçen bir futbol ortamın artık Marseille-Bordeaux çekişmesine sahne olduğunu görmek de çok büyük bir değişim şüphesiz.

16 Mayıs 2009

Bundesliga'da Son Düzlük



Magath ve Wolfsburg iananılmazı başaracaklar, çok çok az kaldı. Bugün muhteşem ikili Gtafite & Dzeko 5 golü gönderivermişler Hannover ağlarına tıpkı hafta içinde Dortmund'a uyguladıkları tarifenin bir benzerini kpyalamışlar anlaşılan. Son hafta kendi evlerinde Bremen ile oynayacaklar, hesaplar biraz karışık olsa da galibiyet halinde diğer maçların sonuçları ne olursa olsun şampiyonluğa uzanacaklar. Tabiki beraberlik de mutlu sonda ulaştırabilir onları ama başka senaryoların da devreye girmesini bekleyecekler o zaman. Hesap kitap işini son abırakıyorum.

33. haftaya Wolsfburg ile yanı puanda giren Beyern Munich ise deplasmanda ilk yarının flaş takımı Hoffenheim ile 2-2 berabere kalarak çok önemli 2 puan kaybetti bitime 1 hafta kala, artık altın değerinde mi yoksa pırlanta mı ona siz karar verin. Bayern'in golleri beklendiği gibi Ribery ve Toni'den geldi. Son hafta kendi evlerinde çok amz çok formda bir ekibin karşısına çıkacaklar: Stutgart

Herta Berlin ise zirvedeki 2 takımın 1 puan gerisinde konuşlanmışken kendi evinde Schalke ile 0-0- berabere kalarak 4. sıraya düştü ve şampiyonluk hesaplarının dışında kaldı. Artık tek hedef var onlar için: Şampiyonlar Ligi

Stutgart için çok ayrı bir post ayırmak aslında. Trapattoni sonrası göreve gelen ve 2007 yılında takımı şampiyonluğa ulaştıran Armin Veh ile başlanılan sezonda kötü gidişin ardından 14. hafta sonunda göreve getirilen Markus Babel ile muhteşem bir grafik çizdiler. 14. hafta sonunda toplanılan 18 puanın üstüne geride kalan 19 haftada Babel ile 57 puanın 46'sı alınarak toplamda 64 puana ulaşılmış durumda. Hafta içinde deplasmanda Schalke'yi 2-1 yendikten sonra bugün de kendi evlerinde E. Cottbus'u 2-3'lık skor ile geçtiler ve Bayern ile aynı puana ulaştılar. Son hafta ise Bayern deplasmanına çıkacaklar, kim bilir kader ağlarını örmüş ise (çok çok sağlam 1 ağ örmesi lazım ama) şampiyon bile olabilirler.

Evet, Bundesliga'da son düzlüğe girildi ve Wolfsburg şampiyonluğa çok yakın, kaderleri kendi elinde. Yalnızca 3 paun rüyayı gerçeğe döndürecek. Peki ya beraberlik? Bremen ile berabere kalırlarsa, bu defa Stutgart Bayern maçından gelecek sonucu bekleyecekler. Eğer Bayern galibiyet ile yarılırsa sahadan, o zaman (ikili averaj / genel averaj kriterinden hangisi geçerli emin değilim) Wolfsburg deplsamanda ilk maçı 4-2 kaybettiği Bayern'i kendi evinde 5-1'lik hezmietle gönderdiği için 2'li averajda önde olacak. Genel averajda ise 7 puanlık fark ile Wolfsburg'un önde olduğu düşünülür ise her iki maçın da farklı skorlar ile bitmesi gerekecek. Tabloyu bir de Stuttgart açısında değerlendirelim. Bayern depasmanından 3 puan ile dönecek olurlarsa, Wolfsburg'un 1 puanı sonrası aynı paunda olsalar da karşılıklı 4-1'lik sonuçlarla eşit olduları 2'li averaj ve Wolfsburg'un 15 puan önde olduğu genel averaj düşünülür ise şampiyon olmaları gerçektan de kolay değil. Magath'ın şampiyonluğu kaybetmesi sadece mağlup olmalarına bağlı gibi görünüyor. Bremen gibi deplasmanda çok daha etkili olan bir takımın hafta içi oynayacağı UEFA Kupası'ndan zafer iel ayrılmaları durumudna son maça nasıl bir motivasyon ile hazırlanırlar, ne kadar aslılabilirler ciddi bir soru işareti üstelik Avrupa Ligi'ne katılma ihtimalleri bile yokken.

Ben sporseverlik görevimi yapıp şimdiden sizleri uyarayım, gelecek hafta Bundesliga'daki şampiyonluk mücadelesini canlı izlemeyi unutmayın. Sonra bir tarihe canlı tanıklık etme şansını kaçırmış olursunuz, benden hatırlatması!

07 Mayıs 2009

Roma Yolcusu Kalmadı



Hafta sonu müthiş oynanan Real maçında rakibin dağınıklığını görmeden sadece Barça'nın oyununa konsantre olanlar ve Hiddink faktörünü hesaba katmayanlar için sürpriz bir karşılaşma olmuş olabilir dün akşamki mücadele, ama bir çok kişinin kafasındaki senaryo gerçekleşti. Chealsea'nin alan daraltan futbolu ve bunun karşısında pozisyona girmekte zorlanan bir Barcelona...

Essien ile gelen erken o harika gol maçın tüm dengesini alt üst etti. Chealsea belki de daha dengeli oynayacağı bir oyunda erken geriye çekilip Katalan ekibinin topa daha çok sahip olmasına izin vererek eksik oyuncuların yokluğunda uyumsuz defans hattının yaratacağı boşluklara sızmayı tercih ettiler. Bu planın en büyük zaafı büyük bir kontsantrasyon istemesi, özellikle de top rekipte iken. Böylesine top yapma kabiliyeti fazla olan bir ekibe karşı yapacağınız en ufak hata pahalıya mal olabilir çünkü.

Maçın genelini düşününce de Hiddink'in planı neredeyse takımı finale götürüyordu, ama Barça'da herkesten fazla direnen ve o sevinci fazlasıyla hakeden biri dikili vardı : Iniesta. Zaten alışık olduğumuz ayak içi plaselerinden biri ile kaleye atılan ilk isabetli şutta rakibe öldürücü hamleyi vuran isim oldu bu "küçük dev adam" ve eminim ki bu golle kendi takımları gol atmış kadar sevinen yüzbinlerce insan vardı ekran karşısıda, o formaya gönül vermiş insanların dışında yalnızca güzel ve göze hoş gelen futbol seyretme hasletine sahipdi onlar, tek dertleri buydu.

Iniesta'nın golü ile açıkçası ben de karmaşık duygular yaşadım. Bir yandan sezon başından beri herkes gibi beni de mest eden o güzelim futbol mantalitesi diğer tarafta en sevdiğim teknik adam Hiddink ve tam bir taktik dehası olduğunu gösteren bir mücadelenin sahaya yansıması. Sevinsem mi üzülsem mi karar veremedim ama kısa bir mantık yoklamasından sonra Manu - Barça finali, Ronaldo - Messi karşılaşmasının çok daha keyifli olacağı gerçeği ile yüzleşmenin mutluluğu sardı beni ve Guardiola'nın çocukça sevincinde buldum kendimi.

Maç içinde Alves ve Keita'nın verimsizliği Barça'nın oyun planını etkileyen en önemli hususlardı. Alves'i pek beğendiğimi söyleyemem, hatta Real maçından sonra bile yazacaktım bu takımın en zayıf halkası bu adam diye, burada yazayım bari. Zaten bek değil, açık mantalitesi ile oynuyor gelin görün ki Sevilla'da çok daha verimliydi. Keita'ya gelinde çok etkisiz kaldı, daha 60. dakikada Gudjhonsen'i oyuna alıp hücumda daha etkili olmaya çalışır diye düşündüm Guardiola için ama bir türlü yapmadı bu hamleyi iyi ki de yapmamış çünkü Abidal atılınca sahadaki tek sol ayaklı oyuncu olarak O'nu sol beke geçirdi.

Tüm bunlara ek olarak duygulardaki o karmaşıklığın bir nedeni de hakemin maçın sonucuna yapmış olduğu etkiydi. Pique'nin ceza sahası içerisinde top dokunmasını es geçip Chealsea'nin net penaltısını yiyen ve Abidal'i bence haksız bir şekilde oyundan atan hakemin gölgesi vardı maçın sonucunda. CL Yarı Final maçı için çok daha verimli olabilecek en az 3 hakem vardı aklımda, Norveçli Ovrebo'yu sahada görünce şaşırmadım değil hani.

Belki de son yılların en güzel finali bekliyor bizi. Bakalım Sir, Hiddink'in 2 maçta da uyguladığı başarılı taktik hamlelerden payına ne çıkaracak ve Barça'nın baş döndürücü futboluna nasıl set çekecek? Alan savunmasını çok iyi yapsalar da Mourinho zamanından beri zaten bu mantalite ile oynayan Chealsea kadar başarılı olabilecekleri noktasında pek emin değilim. Guardiola'nın rakip kim olursa olsun o bilindik futbolu oynattığı aşikar. Bu maçta da görüldü ki Henry bu takım için çok çok önemli bir adam, eğer finalde sahada olursa Barça'nın ekmeğine balı O sürer. Guardiola sağlam bir hoca bulsun üfletsin Fransız'ı ve finale yetişsin, 2-3 ekstra idman yaptırmaktan daha faydalı olacağından şüphem yok.

06 Mayıs 2009

Roma'ya İlk Bilet Manu'nun


Ferguson'un aşmış bir teknik adam olduğunu gösteren maçlardan biri daha. Adam her haliyle bana "Ne kadar Sir deseniz azdır" dedirtiyor adeta. Dün'de Berbatov'u kızağa çekip
4-6-0 dizilişi ile oynattı takımı. Zaten Berbatov'u kenara çektiği zaman Tevez / Anderson ikilisinden birini kullanıyordu ve dün de Anderson'un oyununa daha çok mücadeleyi eklemesini sağlayarak da daha güçlü bir orta saha oluşturdu.

Arsenal'in turu geçmesi ilk maçtaki 1-0'lık skor dezavantajını, rakibin Manu olması faktörünü ve şu anki kadro yapısı üçlemesini bir araya getirince zaten mucizelere bağlıydı. Maçın baçında Gibbs'in o bariz hatası ile gelen tüm planları alt üst etse de en azından rakip kaleye gol atacak bir dizilişten ve beceride uzak kalacakları aşikardı. Orta sahadaki tüm yaratıcılığı Fabregas ve Nasri'ye bırakılmış bir takımda özellikle Fabregas'ın oyunun hücum yönüne zenginlik katma anlamındaki limitini de düşününce... Wenger, geçen sene Liverpool'a çeyrek finalde elenme sonrası "genç yeteneklerimiz çok fazla ama takımımızda tecrübeyi biraz geri plana ittik. Önümüzdeki sene bunu da dikkate almamız lazım" demişti ama sadece lafta kalmış o cümleler. Üstelik o takımın tecrübe ortalamasını arttıran 2 oyuncunun da (Flamini ve Senderos) bugün kadroda olmadığını da eklememi belirtmemiz gerek.

Dün Arsenal ilk 2 golü bariz hatalardan yese de 3. gol için söylenecek hiç bir şey yok. Tam derslik bir gol. Kendi ceza sahasının önünde topu alan Ronaldo'nun hızlı oynayarak hemen önündeki Park'a tupo ulaştırması, Park'ın topu 20 metre sürdükten sonra sol taraftaki Rooney'e topu teslim edişi ve Rooney'nin bir yandan yavaş yavaş rakibinin üstüne giderken bir yandan da arkadan gelenleri keserek yaklaşık 75-80 metrelik depar atan Ronaldo'nun önüne sağ çapraza topu mükemmel bırakışı ve Ronaldo'nu arkadan kendisine yetişmeye çalışan Arsenalli oyuncuun çaresizliğini ortaya koyarcasına yaptığı son vuruş. Çok şey anlatan bir gol...

Manu adına en büyük talihsizlik maçın çok rahat bir tempoda seyrederken Fletcher'ın gördüğü kırmızı kart ile finalde cezalı duruma düşmesi. Öncelikle Fletcher'ın o pozisyonda topa bile girmemesi gerekiyordu, skorun 3-1 olduğu düşünülürse. Tabiki maç esanasında bu kadar hızlı düşünp karar vermek kolay değil ama CL Finali bu boru değil! Bir ara faulü Carrick'in yaptığını zannettim, bence şu an Manu orta sahasındaki en önemli isim. Bu ihtimali düşündükten sonra Fletcher'ın kırmızısına çok üzülmedim açıkçası.

Final'in ilk bileti belli şimdi. Geçen senenin şampiyonu bu sene de finalde ve arkasına yaslanıp rakibini bekliyor. Geçen senenin aynısı bir eşleşme görme ihtimalimiz de oldukça fazla. Chealsea finale çıkar ise hem bir intikam maçı olacak hem de şu an dünyadaki en iyi 3 teknik adamdan 2'sinin saha kenarında olmasının zevkini tadacağız.

05 Mayıs 2009

Trabzon'a Galatasaray Modeli

Geçen sezon 20 küsür oyunculuk transfer hareketliliği ile sezona başladı Galatasaray. Ligin ilk haftalarında fırtına gibi esti, uzun süre lider olarak yoluna devam etti. İlk yarıyı zirvenin ortağı olarak bitirdi. 2. yarıda ard arda alınan kötü sonuçlar ve yavaş yavaş zirveden uzaklamaya başlanması, ardından ligin son 6 haftasında Kalli'nin istifası, görünürde Cevat Hoca'nın ama arka planında kimin kontrolünde olduğu belli olmayan bir takım idaresi... Bu tablo altında son 4 haftaya liderin 3-4 puan gerisinde girilirken ard arda alınan galibiyetler ile gelen şampiyonluk.

Benzer filmi Trabzonspor izletiyor bu sene, sanki farklı bir yönetmen tarafından çekilen ama ana hikayesi korunan bir vizyon sineması gibi. Lige 20'den fazla yeni oyuncuyu kadroya katarak başlama, ardından ilk yarıda oldukça parlak bir performans ve lider ile aynı puanda bitirilen bir 16 hafta. Derken 2. yarıda başlayan düşüş ve zirveden kopmaya başlayan bir takım. İşte tam bu anda Ersun Yanal ile ayrılan yollar, PAF takım hocası bir emektara (Ahmet Özen) takımın emanet edilişi ve son 4 haftaya girilirken lider ile aradaki 4 puanlık fark.

Farklı kahramanların oynadığı bir oyun sanki. Belli ki Trabzon yönetimi geçen sezon Galatasaray'a sadece 1 şampiyonluk kazandıran ama buzdağının arkasında kulübe en az 2 yıl kaybettiren şampiyonluğun formülünü uygulamaya karar vermişler. Sadri Şener vizyonlu bir başkan havası çizmişti geçen haftaya kadar, şu an takımı Galatasaray'ı örnek almış görünürken belli ki O da bir "loser" olmaya aday Adnan Polat'ın yolundan gitmeye niyet etmiş. Bu yolun sonu pek aydınlık değil ya , neyse...

04 Mayıs 2009

Meksika'da Futbola Grip Darbesi



Yukarıdaki fotoğrafın başlıksız bir şekilde sadece ceza nedeniyle kapatılmamış bir stadyumda çekildiğini belirterek yayınlasak muhtemelen bir çoğumuz hiç bir iddiası olmayan 2 alt lig takımının maçında çekilen bir görüntüden ibaret olduğunu düşünürdü görülen enstantanenin. Bomboş bir stadyum ve tahmin edileceği gibi bu stadyum içerisinde futbolcuların seslerinin yankılandığı motivasyon sağlamakta zorlanılan bir ortam.



Oysa binlerce insanın arzu ettiği halde o boşlukları dolduramadığı Meksika Ligi'nin en köklü takımı Cruz Azul ile Indios arasındaki maç sırasında çekildi yukarıdaki fotoğraf. Domuz gribi nam-ı diğer "Swine Flue"dan en muzdarip ülke olan "Speedy Gonzales" in diyarında hafta sonu tüm liglerde oynanan maçlara girişler yasaklandığı için sadece maç anlatan spikerler ve stad görevlileri vardı tribünlerde. Bir de bunlara ek olarak yüzlerinde maskeleriyle stad dışından içeriye sesini duyurmaya çalışan 10'larca kişilik gruplar...


Murph Direnemedi, Higgins Champio(n)



"Evet, ne dediysek o" gibisinden spor basınımızın uydurma manşetlerinden atmak isterdim ama o kadar da değil. Fark 3'ün üstüne çıkmaz dedik çıktı, Murphy alır dedik Higgins show yaptı, daha ne olsun :) 3. session sonunda skor 16-8. Yalnızca 2 frame'e ihtiyacı var 2007 Dünya Şampiyonu'nun 3. kez bu ünvana ulaşabilmesi için.

Maça çok hızlı bir giriş yapan dilini fazlaca kullanması itibariyle şahsım tarafından "Snooker'ın Jordan'ı" ünvanını kazanmış kişilik olan Higgins ilk 3 frame sonunda oyunu 3-0'a getirmişti bile. Derken Murphy ard arda 4 frame alarak durumu 4-3 yapsa da ilk session 4-4 berabere sonuçlandı. Maçı koparan ise 2. session'da İskoç oyuncunun yakaladığı seri oldu. 8 frame'in 7'sini alarak 11-5 ile kapadı günü Higgins ve neredeyse şampiyonluğu garantileyerek ayrıldı ilk günün oturumundan. Muhtemelen Murphy bile bu noktadan maçı çevireceğine inanmıyordu bu noktadan sonra.

Son oturum bir formaliteden ibaret artık, sadece işi resmiyete dökme çabasından daha öteye gitmeyecek. Keşke daha çekişmeli bir final izleyebilseydik, oysa Şampiyona geneline baktığımızda çok güzel gidiyordu her şey çok iyi maçlar izledik. Final biraz hafif kaçtı bu güzelliğe bence.

Başlıkta klasik oldu, ayıp olmasın diye "n" yi parantez içine aldık, kime mi Murphy'ye tabiki. Yoksa o parantez bile fazla şu aşamadan sonra. Bu arada "ahmblt" a da selam olsun yaptığı doğru tahminden mütevellit :)

03 Mayıs 2009

Ligue 1'de Dün



Dün alınan sonuçlar şampiyonluk yarışını ciddi anlamda etkileyecek. İlk olarak zaten şampiyon olması mucizelere bağlı olan Lyon, Valenciennes deplasmanında aldığı 2-0'lık mağlubiyet ile lige tamame havu attığı gibi Şampiyonlar Ligi'ne gitme şansını da zora soktu. 1 puan arkasındaki PSG, kendi evindeki zorlu Rennes karşılaşmasından 3 puan ile ayılabilirse son şampiyonun 2 puan önünde konuşlanmış olacak. Son 7 yılını domine ettiği bir ligi 4. hatta 5. sırada bitirme tehlikesi ile karşı karşıya olmasında son 2-3 yıldaki istikrarsız gidişin (özellikle teknik adam değişimi) etkisinin fazla olduğu su götürmez bir gerçek.

Lider Marseille ise kendi evinde 56 puanlı Toulouse ile berabere kalarak (2-2) önemli 2 puan kaybetti. Bugün Bordeaux'nun evinde oynayacağı Sochaux karşılaşmasından 3 puan ile ayrılır ise Marseille ile eşitlemiş olarak total'i. Bundan sonraki maçlara bakında daha önce de yazdığım üzere bariz bir fikstür avantajı var "Şarapçılar"ın. Herkesin Gerets'den şampiyonluk beklerken Blanc sessiz ve derinden geliyor haberiniz olsun!

Crucible'da Finalin Adı: Murphy vs. Higgins



Dünya Snoker Şampiyonası'nda 2009 Finali'nin Higgins'den sonraki ismi de belli oldu: Murphy.

Higgins-Allen finali içn tecrübenin ağır basması beklenebilir ama Allen'ı da yabana atmamak lazım demiştim, Allen bu dediklerimizi yabana attı anlaşılan. Çok kötü başladı seriye, daha 1. session sonunda skor 6-2 Higgins lehine gelmişti bile. Genel Mark Allen performansının çok altında kaldı, aslında biraz da güven ile oynayan bir oyuncu olduğu için seriye kötü başlaması etkiledi O'nu. Bir ara seri 14-4'e geldi ama Allen muhteşem bir geri dönüş yaparak skoru 16-13'e kadar getirebildi oyunu ama Higgins artık seriyi fazla uzatmak istemedi ve öldürücü darbeyi vurarak 17-13 ile finale kalan ilk oyuncu oldu.

Diğer eşleşme olan Murphy - Robertson karşılaşması daha heyecanlı olmaya adaydı ki öyle de oldu. 2. session sonunda skor diğer eşleşmeye göre saha yakın seyrediyordu : 9-7 (Murphy). 3. session'da Murphy skoru 14-7'ye kadar taşısa da Robertson muhteşem bir geri dönüşle ard arda 7 frame alarak 14-14'de eşitledi oyunu. 29. frame'de de Murphy'nin kötü açılışının ardından ard arda sayılar bulsa da yaptığı basit hatalar ile 3 frame kaybederek belki de kazanabileceği bir oyuavuçlarının arasından uçuverdi. Yine de turun genelini düşününce Murphy'nin belirli standardı tutturma adına çok daha başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Robertson burada finale çok yaklaşıp ucundan dönse de risk almayı seven cesur oyununu daha başarılı atışlar ile birleştirir ise daha iyi noktalarda yer alacağından eminim. Bu yarı final özelinde özellikle Muphy'ye göre uzun potlarda çok daha başarısız olduğu gerçeğinin de altını çizmek lazım.

2005 ve 2007 Dünya Şampiyonları Murph ile Higgins'in eşleşmesi çok müthiş olacak. Seri boyunca farkın herhangi bir taraf adına 3'ün üstüne çıkması bence büyük sürpriz olur. Dengeli bir oyun izleyeceğiz. Bu kadar yakın güçlerin eşleşmesinde her 2 tarafın da kazanması beklenebilir ama benim favorim Murpyh.

02 Mayıs 2009

La Liga Hiç Bitmesin!



Turkcell Süper (!) Lig için dönen reklamlardaki o sloganı La Liga için kullanmak lazım, bizim ligin foyası zaten meydana çıktı gereksiz bir slogan olduğu da apaçık ortada. Bu maçı izlemeyenler ne kadar çok şey kaçırdıklarının öğrenince eminim kahrolacaklar bir tarihe canlı tanıklık edememiş olmanın üzüntüsünü yaşayacaklar, bu gürühtan 1'i de az önce maçı yarın olduğunu zannettiğinden bu şovu kaçıran ve skoru duyunca muhtemelen dudağı uçuklamış olan kuzenim.

El Classico tarihinde ilk defa Barça, Real filelerine 6 gol gönderdi, daha önce 73-74 sezonunda 5'lemişti Madrid ekibini Katalanlar. Guardiola bu yönüyle adını Barça tarihine şimdiden yazdırdı ve muhtemelen de 100. golü bulduğu bu maçtan sonra 88-89 sezonuna iat Real'in 107 gollük rekorunu da kalan 4 maçta kıracak. Tüm rekorların da Real üzerinden gelmesi de işin ilginç tarafı.

Bu maçın analizini yapmanın var mı bir gereği bilmiyorum, her şekilde gol attı Barça bugün. Yan top, ön direk/ arka direk organizasyonlar, ara pası, verkaç kısaca tek maçta futbol dersi vardı sahada. Aslında şuraya yazıp Barcelona kadrosunu her oyuncu için ayrı ayrı methiyeler, övgü dolu cümleler, beyitler yazmak çok daha anlamlı olmaz mı? Dünyanın bir yerlerinde "joga bonita" tabirinin aslında sadece sözlükteki 2 kelimenin birleşmesi ile oluşmuş bir tamlama olmadığını, bu oyunun hala izlenebilir olduğunu göstermek için uğraşan insan toplulukları olduğunu görmek mutluluk verici. Teşekkürler Guardiola, teşekkürler Barça!

Rıdvan Dilmen bir ara saymak istedi ama ben 3 pozisyonda üşenmeyip saydım ortalama 24 pas yaptılar. Alıcımın ayarlarıyla oynadım bir sorun var da aynı pozisyonları izliyorum diye! Bu kadar bilinçli, aynı sisteme hizmet etmek adına ne yaptığını bilen kısa, ayağa paslarla oynayabilmek müthiş bir başarı. Her ne kadar Rıdvan Dilmen, Cruyf zamanından beri böyle oynuyor Barça gibi bir yorum yapsa da takip edenler Ronaldinho - Rejkard zamanında bile böylesine bir show'un sahaya yansıtılmadığını gayet iyi hatırlayacaklardır. Muhtemelen, Guordiola -Bakero - Sergi - Koeman'lı dönemden sonra benim gördüğüm en iyi Barça futbolu bu. Çok net hatırlıyorum zaman zaman saçmalamalar da yaşadı, tıpkı 2002 senesinde Galatasaray karşısında gördümüz takım gibi.

Real Madrid tarafından da bahsetmek lazım. Maç başlarken sahaya çıkan takımı görünce tüm yaratıcılığı Robben'e kalmış bu takımın işinin çok zor olduğunu tahmin edebilmek için kahin olmaya gerek yoktu. Heinze-Marcelo 2'lisinden oluşan sol kanadı neredeyse hiç kullanmadılar. Allah'tan Barça kullandı o koridoru yoksa o alan kapatılsa kimse farkına varmayacaktı. Attıkları 2 golün de sağ taraftan gelmesi bu görüntü altında geyet normal. Gago - Laas - Robben - Marcelo orta sahası için 2 gol iyi bile sayılır aslında. Raul'un etkisizliğinde bu verimsiz orta saha dizilişinin etkisi oldukça fazlaydı.

Barça'dan bahsederken Xavi ve Iniesta 2'lisinin topu aldıklarında hücuma bu kadar beceri ile çıkışları, Messi'nin "CR7 falan hikaye tek gerçek benim" türünden oyunu, Henry'nin sol taraftan oyunu domine edişi, Yaya Toure'nin geçen sene eleştiri alan performansının bu sene tavan yapması, Pigue'nin ilk sezonundaki müthiş katkısı ve bugün defnastan başlattığı atakta arka direkte golü atan isim olması vs. vs . Lafı fazla uzatmak da istemiyorum zira şu muhteşem futbol gecesinin narkoz etkisi hala üstümde.

Bu gece maçı izleyen Süper Lig'de yer alan teknik adamlar, futbolcular, yöneticiler şu ülkede "futbol diye yutturdukları afyon" dan utanmışlar mıdır acaba? Barça'nın bu futbolu üstüne bunu "Türkiye'de oynatamazsın oyuncuları çok kalite adamların" türünde sisteme inanmayan, ezik yorumlar yapan kaç teknik adam, yönetici çıkmıştır? Durun ilk cevabı ben vereyim bir kaç elin parmaklarından fazladır kesinlikle... İşte bizim sorunumuz da bu zaten, bu geceden bile ders çıkaramamak!

Evet, bu gece bir futbol resitali vardı ve 90 dakika hiç bitmesin istedik . İyi ki varsın Barça, iyi ki varsın Real, çünkü her şey zıttıyla güzel.