29 Kasım 2008

Galatasaray'daki Sorun -1 (Futbol Yönetimi)

Özhan Canaydın'ın başkanlığı ile beraber son 6 yılda solmaya başlayan yüzlerdeki o gülücükler, Adnan Polat'ın başkanlığı le beraber şampiyonluğun gelmesi ile tekrar canlanmaya başlamış ve sezon başında yapılan Kewell, Meira, Baros transferleri ile yıllardır suskun kalınan transfer dönemi de yeni sezon için umut vaad eden bir boyut kazanmıştı hem camia hem de taraftar için. Akıllardaki en büyük soru işareti "Teknik direktörün takımı hedeflenen başarılara taşıma noktasında ne kadar yeterli olacağı" idi. Daha ilk göreve başladığı günden itibaren tartışılmaya başlanması gelecek günlerde alınacak başarısız sonuçların hem kendisinin hem da Galatasaray Yönetimi'nin çokça eleştirileceğinin en büyük göstergesiydi.

Peki kimdi Skibbe? Futbola yaşadığı şanssız sakatlığın etkisi ile 22 yaşında veda edişinin ardından ilk olarak Schalke Genç takımında çalışmaya başlayan Alman teknik adam, daha sonra 32 yaşında Almanya'nın en genç teknik direktörü olarak B. Dortmund'un başına geçmişti. Almanya Genç Milli Takımlarında ve Rudi Föller ile 2002-2004 yılları arasında Almanya Milli Takımı'nda görev aldı. Geçen sezon sonunda ayrılmadan önceki 3 sezon boyunca da B. Leverkusen takımını çalıştırmıştı. Genel manada çalıştığı kulüplerde elle tutulur bir başarısı olduğunu söylemek zordu. Çok erken yaşlardan beri futbola bir teknik adam gözü ile bakması en büyük avantajıydı. 2001 yılında Şamp. Ligi Final'i oynadıktan sonra düşüşe geçen Leverkusen'i üst sıralara yakın bir yere taşıdı ilk 2 yılında. Son yılında da takım 7. olunca görevinden ayrıldı. Son iki sezonda da 2 Uefa Çeyrek Final'i oynattı takımına ve her ikisinde de daha sonra finali oynayacak takımlara elendiler. Genç oyuncuları takıma monte etme konusunda başarılı olduğu ortadaydı ki Leverkusen de oldukça genç oyunculardan kurulu bir yapılanma içerisindeydi, ama oyuncular ile ilişkilerinde otoritenin eksik kaldığı arkadaşlık ilişkisi ağırlıklı tarzı handikap olarak gösteriliyordu Almanya'daki Futbol Forumlarında.

Takım oluşturulmuştu, sezon başladı sakatlıkların da etkisi ile Steau hezimeti geldi ilk önce. Daha sonra ligde alınan istikrarsız sonuçlar ve UEFA Kupası'nda güzel oyunlarla alınan 6 puana evinizde aldığınız bir mağlubiyet eklendi. Bırakın liderliği, gruptan çıkmayı bile riske sokacak bir sonuçtu bu. Özet tablo, 2-3 maç oynanan futbol ile ağızlara çalınan bir parmak balın etkisinin bir süre sonra ortaya konan hayal kırıklığı yaratan bir futbol ile silinmesi idi. Ne yazık ki takım istikrarlı bir tablo ortaya koyamıyordu.

Peki istikrar sadece oynanan futbolda mı? Bence hayır. Galatasaray Yönetimi'nin de aynı istikrarsızlığı ortaya koyduğunu söylemek de yanlış olmayacak. Olaya Futbol Yönetimi penceresinden bakalım ve Polat & Sezgin birlikteliğini geçmişi ile birlikte değerlendirelim. 92-96 yıllarındaki futbol yönetiminde de bu iki ismin ağırlığını görüyoruz. 92-94 yıllarındaki Uefa ve Şamp. Ligi'ne girerek gösterilen başarıları elbette görmezlikten gelecek değiliz ama burada asıl vurgulanmak istenen nokta farklı. 92-93 sezonu Feldkamp, 93-94 Hollman, 94-95 Saftig, 95-96 sezonu Souness. 4 yılda 4 teknik direktör. Sonrasında 96 yılında Terim göreve başlıyor Faruk Süren döneminde ve istikrar ile başarı da geliyor. 16 yıl öncesinden günümüze gelelim şimdi de. Polat ve Sezgin ikilisi bu defa 2006 yılında buluştular. İlk icraatları benim de pek beğenmediğim Gerets ile yolları ayırmak oldu. Daha sonra Kalli getirildi göreve ki Polat'ın daha yönetimde göreve başladığı andan itibaren Kalli'yi getirmeyi kafasına koyduğuna adım gibi eminim, çünkü 92 yılındaki ilk göz ağrısı da Yaşlı Kurt'du. Kalli son 6 hafta gidince yerine koyacak hali hazırda bir antrenör düşünülmediği için Cevat Güler & Burak Dilmen & Adnan Sezgin ortaklığı ile bir teknik ekip kuruldu. Yeni Sezon için de yukarıda da bahsettik: Skibbe. Ortada bir gerçek var: Skibbe eninde sonunda gönderilecek. Çünkü yönetimin gerek Ümit Davala & Boekamp ikilisini görevden alması gerekse de Kalli'yi teknik danışmanlığa getirmesi kendilerinin Skibbe konusunda yaşadıkları çelişkileri ortaya koyuyor. Dolayısı ile en geç önümüzdeki sezona Galatasaray yeni bir teknik adam ile başlayacak. Buradan çıkan sonuç Polat&Sezgin ikilisinin sezon başına ortalama 1 teknik adam ile çalıştığı. Toplamda 6-7 sene futbol yönetiminde beraber görev alan iki profesyonel için oldukça kötü bir ortalama.

Görevleri kulübü daha kurumsal bir yapıya kavuşturmak, kulübe istikrarlı yapı kazandırmak olan en üst noktadaki iki ismin bu kadar olumsuz bir tabloya sahip olma hakları var mıdır? Tamamiyle günü kurtarma adına yapılan, aspirin tedavisinden daha öteye gitmeyen, Galatasaray'ın geleceği adına tek çivi çakmaktan uzak hamleler bunlar. 2001 yılından sonra yaşanan süreç anlaşılan kimse için ders teşkil etmemiş, hala gelecek adına hamle yok Bu sezona başlarken bile geçmişin muhasebesini yapmış olsalar özellikle teknik adam seçiminde ne kadar hassas davranmaları gerektiğini bilirlerdi. Meseleyi Skibbe özelinde tartışmıyorum, yönetim Skibbe'yi araştırıp kulüp yapısı ile kesişen noktalarını değerlendirip göreve getirmiş olabilir ama sonraki süreçte yaşanan ve adamın koltuğunun altından kaymasına, futbolcular üzerindeki imaj ve otoritesinin sarsılmasına yol açacak gelişmelerin yaşanmasına çanak tutulması kabul edilecek gibi değil. Eğer siz 3 ay bile arkasında duramayacağınız bir teknik adamı getirmiş iseniz asıl sorumlu sizsiniz zaten. Üstelik arkasında durmak sadece "Arkasındayız" diyerek de olmuyor. Sanırım otorite noktasında yöneticiler kendilerini de bir dengeleyici unsur olarak görüyorlar. Yani "hoca sağlayamazsa disiplini biz sağlarız" mantığı ile hareket ediyorlar, ama asıl gücün teknik adamda olması ve futbolcular üzerinde asıl güç merkezinin teknik adam olması gerektiği gerçeğini gözden kaçırıyorlar, kendilerini bir çok şeyi yapmaya muktedir görüyorlar ki fana halde yanılıyorlar. Belki de bu nedenle işin içinden kendilerini sıyırıp daha profesyonel bir yapı kurup tepeden izleyip, daha az /sıfır müdahale ile yönetecekleri bir yapı kuracaklarına sürekli kendilerin de içinde olacakları ortamları tercih ediyorlar. Sanırım orada var oluş amaçlarını pek doğru değerlendiremeyip, "ne kadar müdahil olursan o kadar göz önünde ve vazgeçilmesin" mantığı ile amatörce hareket ediyorlar.

Skibbe'nin seçiminden, arkasında durma adına her türlü negatifliği sergilemeye, yardımcıları göndererek teknik direktörü gönderme yolunu seçme, sonunda bir umutsuzluk ile Kalli'ye sarılarak teknik danışmanlık sıfatını verme... Bunların hepsi düşünüldüğünde Galatasaray'daki problemi ilk olarak saha kenarına bakarak aramak ne kadar doğru? En sıcak gelişme açısından bakılacak olur isek, Kalli'nin neden getirildiği, bu görevlendirmenin futbolcular ve kamuoyu üzerinde oluşturacağı negatif izlenimleri silme adına genel bir bilgilendirme yapılmaması bile çok şeye bedel. Şimdi herkes Skibbe'ye yükleniyor ama arkanızda durmayacak bir yönetim olduğunu görüyorsanız ve bir eliniz her an altızdan kaydırılabilecek koltuğunuz üzerinde ise takıma teknik taktik olarak bir şeyler vermeniz, sürekli "şöyle yapar isem ve başarısız olur isem acaba ne olur" gibi bir psikoloji ile doğru ve cesaretli karar alabilmeniz eminim hiç de kolay değildir.

Futbol takımının oyuncu yapısı, teknik-taktik gibi detaylara diğer yazımda değineceğim. Burada ilk olarak futbol yönetimi açısında yaklaşmak istedim olaylara. Futbol yönetimi sadece Kewell, Baros, Meira gibi oyuncuları alarak bir kenara çekilmek değildir. Komple bir iştir, bir vizyon gerektirir. Çünkü eğer bir şeyler tartışılacak ise teknik direktörden önce konuşulacak çok daha önemli şeyler var. Teknik direktör başarının sadece ufak bir bölümüdür, başarıyı oluşturacak asıl etken ise o futbol takımının başındaki yönetimin / yöneticilerin sahip oldukları vizyondur. Bu vizyon sorgulanmadıkça / değişmedikçe Skibbe gibi çok kişi eleştirilip durulur ama hep aynı yerde kalınır.

Not: Gelecek adına bir senaryo yazacak olursak:
Skibbe bir süre sonra gönderilir ve geriye iki seçenek kalır:
1) Yeni teknik adam getirmek, ama bu teknik adam belli bir vizyona sahip ise Kalli ile çalışmayacaktır.
2) Kalli yukarıdaki nedenle gönderilmeyeceği için Skibe sonrası sezon sonuna kadar takımın başına o gelir. İlk iş olarak Ahmet Akcan geri çağırır.

Beylerbeyi'nde Yeni Dönem

Bundan yaklaşık 1.5 ay önce yazmış olduğum bir yazıda (http://sacitekin.blogspot.com/2008/10/altyaps.html) Beylerbeyi Kulübü'nün kuruluş amacını açıklayan cümlelerden yola çıkarak şu an o amaca ne kadar ters bir mantalite ile hareket ettiğinden dem vurmuş ve geride kalan haftalarda PAF takımdan gelen oyuncuların forma bulmadaki zorluklarını belirtmiştik. Eğer amaç özellikle PAF takımdan çıkan değerleri Galatasaray'a kazandırmak ise o zaman teknik direktörlerin de bu mantalite ile hareket edeceğine inanılan kişiler arasında seçilmesi gerekirdi. Oyuncu kazanımından çok, puan kazanımı amaç olarak görülüyor ise o zaman "Farkınız ne?" diye bir sorunun sorulması gerekir. Bir takım için elbette başarılı olmak, üst liglere doğru ilerlemek ana amaçlardandır, fakat Beylerbeyi özelinde konuşacak olur isek en az bu amaç kadar değerli diğer bir amacı da kulübün "Galatasaray alt yapısından yetişmiş oyuncuları yetenekleri ölçüsünde kulübe katkı yapacak konuma getirmektir."

Daha önce yazdığım yazıda amacından sapmış bu yapıyı eleştirmiş ve bambaşka bir doğrultuda gidildiğini söylemiştim. Dün aldığım haber beni en azından gelecek adına umutlandırdı. Çünkü Beylerbeyi'nde İlyas Tüfekçi & Erkan Ültanır dönemi başladı. İlyas Tüfekçi, Mehmet Topal'ı Galatasaray'a tavsiye eden şahsiyettir ki kendisi Selçuk İnan'ı daha fazla önermişti Dardanel'de antrenörlük yaparken. Bu nedenle genç futbolcular konusunda daha hassas olacağını düşünüyorum. Aslında asıl önemli gelişme Erkan Hoca'nın yardımcılığa getirilmesi oldu. Geçen sene Zafer Koç'un istifasından sonra PAF takımı çalıştıran antrenörün yıllardır bildiği, tanıdığı oyuncular ile beraber çalışması hem Galatasaray, hem Beylerbeyi için kazanç olacaktır. O kulübeye hapsedilmiş, Mehmet Düz -ki kendisi benim gelecek adına güvendiğim bir adamdır- Cihan kardeşler , son zamanlarda forma şansı bulsa da Fatif, Sercan gibi oyuncuların silkinmesine de vesile olacaktır bu değişiklik.

Bu yeni dönem ile birlikte daha çok genç oyuncunun şans bulmasını bekliyorum. Umarım bu fazla şans buluşlar puanları da beraberinde gitirir ve gerek teknik ekip gerekse de oyuncular için gelecek adına moral kaynağı olur.

23 Kasım 2008

Inter 1-0 Juventus



Elde var 2: Maçtan önce Mourinho, Juventus Başkanı Gigli'nin 2-1 kazanacaklarına dair açıklamalarına "Bir başkanın ağzından bu tür galip geleceklerine dair son açıklamayı Benfica Porto maçı öncesi rakip takımın başkanından duymuştum ve kaybeden onlar oldu" cümleleri ile cevap vermişti. Nitekim dün başkanlara karşı 2. galibiyetini almış oldu "The Special One".

Maça gelecek olursak, ilk yarıda Inter çok baskılı oynadı. Özellikle takımdan ayrılacağı konuşulan Adriano ile süper yetenek İbrahimovic ileri ikilide rakip savunma arasında fırsatlar buldular. Juventus kaleci, savunma hattı ile orta shadan Sisokko ve Nedved'in çabaları ile direnmeye çalıştı. 2. yarının ilk 2o dakikalık bölümünde topla daha çok oynayan taraf olmayı başarsalar da gole gidecek hamleleri yapamadılar. Özellikle de Del Piero ağır kaldı Inter savunması arasında ve çok top kaybı yaptı. İleri çıkan Juventus savunması arasına Inter dikine toplarla girerek pozisyon bulmaya başlamıştı ki benzer pozisyonda gol Muntari'den geldi. Prostmouth'dan kadroya katılan ve Gana forması altında özellikle 2006 Dünya Kupası'nde oynadığı futbol ile benim de ciddi şekilde takip etmeye başladığım bu oyuncuyu Mourinho transfer döneminde Inter'e kazandırdığı zaman , O'nun için farklı bir sayfa açıldığını düşünmüştüm, nitekim öyle de oldu. Inter orta sahasının bankoları arasına girmeyi başardı Muntari.

Maçın bitiş düdüğü ile birlikte Inter'li futbolcuların sevinç gösterileri, birbirlerine sarılışları Mourinho'lu Chealsea yıllarının kopyası gibiydi. Portekiz'li karakterini, hırsını Inter'li futbolculara da bulaştırmış. İşte bir teknik adamın bir takıma vereceği taktik, teknik kazanımlardan daha da önemli olan bu ruh ve birliktelik havasıdır aslında. Mourinho'yu da "The Special One" yapan da bu olsa gerek.

Son söz, Mourinho'dan Renieri'ye bir kaç iğneleyici laf bekliyorum, bakalım maç sonrası ve önümüzdeki hafta içi neler yansıyacak basına?

22 Kasım 2008

Görüntü:0 Ses:0



Geride kalan 12 hafta sonucunda tabelada sadece 1 deplasman galibiyeti yazıyor Galatasaray'ın hanesinde. Rakiplerin kaybedeceği puanlar üzerine hesap yapmayı bile zorlaştıran kendi göbeğini kesememenin sonucu oluşan bir tablo var ortada. Şampiyon olmak istiyorsan vasat oynadığın maçları da kazanmak zorundasın, iyi oynadığın maçları zaten muhtemelen hanene 3 puan olarak yazdıracaksın, fakat bu sene Galatasaray İBB maçı dışında vasat oynadığı maçların hiçbirinden 3 puan alamadı. Denizli, Kocaeli maçlarında da çok iyi bir futbol yoktu ama belirli periyotlarda olumlu futbol vardı sahada.

Bu sene Galatasaray'ın oynadığı Süper Lig maçlarının %80'inden fazlasında ilk yarılarda etkisiz bir futbol ortaya konulduğunu kabullenmek gerekiyor. Bu maçların neredeyse tamamında ilk 45 dakikalık dilimde kaleyi bulan şut sayısı 2'den fazla değil. 2. yarılar da ilk yarılardaki bu olumsuz tabloyu temizlemek için oynanan telafi dakikalarına dönüşüveriyor o nedenle.

Bugün de yukarıdaki cümleleri doğrulayan bir maç oldu. Tek farkı 2. yarının o ilk yarıyı telafi edemeyecek kadar kötü geçmesiydi. İlk 45 dakikalık dilimde orta sahada rakibine basan bir Galatasaray vardı sahada. Meira'nın hatası dışında pozisyon verilmedi ki o pozisyon da Servet'in üstün gayreti olmasa skora direkt etki edecekti. Ayhan'ı biraz daha ileri sürerek Lincoln ün yokluğunda daha ofansif bir kimliğe bürünmesi için Hakan Balta orta sahanın göbeğine Meira'nın yanına konmuştu ve Hakan'dan boşalan yere de Volkan adapte edilmişti. Bu tercihin en büyük riski hem Hakan'ın hem de Volkan'ın düz ve yaratıcılıktan uzak futbol anlayışlarının takımın hücum gücüne vuracağı darbe idi ve öyle de oldu. Volkan'ın zaten sınırlı olan kapasitesi ile hücuma destek verememesi, Hakan'ın dikine top kullanamaması gole ulaşmada yapılacak varyasyonları gölgeledi. Bu eksikliğin üstüne topu kanatlara indirmek varken inatla rakibin kalabalık olan savunma hattı arasından top geçirmeye çalışınca Galatasaray'ın gol şansı iyice azaldı. Kewell'ın direkten dönen topunun da kanatlardan geldiğini düşünürsek ısrarla kanatlara yönlelmemek ya da kanat kullanımını daha yukarılara çıkaramamak takımın hücum zenginliği yaratmasına engel oldu. Arda ve Kewell'ın olduğu bir takımın bu sıkıntıyı çekmesi ancak beklerin hücum yeterli desteği vermemesi ile açıklanabilir.

2. yarı için Galatasaray adına yazılacak olumlu bir şey bulamıyorum. Tamam rüzgarın etkisi avar ama maçın çoğunluğu Santcis ile top toplayıcı çocuklar arasında geçti desek yanılmış olmayız sanırım. Bu rüzgarda topun ısrarla havadan oynamaya çalışılmasına saha içerisinden ve kenarından herhangi bir müdahelenin gelmemesi şaşılacak şey. Bir aklın orada devreye girip bu krize son vermesi gerekiyordu ama ne futbolcular ne de Skibbe o liderliği ortaya koyabildi. Ankaraspor maçın genelinde pasif bir oyun sergiledi maçtan alınacak 1 puana razı olduklarını gösterir gibi. Emre - Nonda değişikliği ile Meira'nın defansa geçmesinin ardından biraz daha cesur olsalar, özellikle de rüzgarı kullanabilseler gol bulabilirlerdi ama Aykut Kocaman beraberliği yeterli buldu.
12 maç sonunda kaybedilmiş 15 puan neredeyse 36 puanın yarısı demek bu. Yukarıda da yazdık, rakiplerin puan kaybedeceğine dair hesap yapacak seviyede değil şu an Galatasaray özellikle de bu deplasman maçları performansı ile. Bu maçtaki görüntünün Perşembe gününe yansıyacağını düşünmüyorum, Metalist zorlu ve dirençli bir takım olarak mutlaka zorlayacaktır Galatasaray'ı ama sahada Olimpiakos maçı çizgisinde futbol oynama isteğiyle bezeli bir takım olacaktır.
*** Ek: 18 yaşındaki Liberyalı Theo Weeks'i bulup getirenlerin hakkını vermek lazım, gerçekten yetenekli ve gelişime açık bir futbolcu.

20 Kasım 2008

Şanlı Yükseliş



2007 transfer döneminde yurtdışına gideceği çok net bir şekilde dillendirilmeye başlamıştı. Sezonun 2. yarısından itibaren başta Milan olmak üzere bir çok kulübün adını duymuştuk talipleri arasında. Beklendiği gibi Fenerbahçe ile anlaşmayınca artık yeni kulübünün neresi olacağı merak edilmeye başlanmıştı ki Middlesbrough kulübü ile anlaştığı haberi geldi.
Bu habere verilen ilk tepki o kadar klasikti ki zaten daha fazlası da beklenmezdi. "İngilterede ki vasat takım Middlesbrough ile Türkiye'nin en büyük kulüplerinden Fenerbahçe arasında sıkıştırılmış karşılartırmalar ve böyle orta sıra takımına transfer olacağına Fenerbahçe'de kalmasının kendisi için daha yararlı olacağını" belirten cümleler ile bezenmişti o sıralar medyada yapılan yorumların bir çoğu. Oysa en büyük ayrıntı gözden kaçırılıyordu: Premiere Lig gerçeği. Orası bir vizyondu, güzel yurdumun insanlarının belleklerinden daha geniş dimağlara kazınabilmek için. Ülkenizin en büyük, en iddialı maçları olan Galatasaray -Fenerbahçe derbileri bile başka ülkede yayınlanmazken, yurtdışına açılmak için tek fırsat hem Ulusal Takım hem de Fenerbahçe forması altında oynadığınız ve sayısı bir yılda 10'u geçmeyen uluslararası maçlar ise, her hafta bir kaç maçı 10'larca ülkede yayınlanan bir ülkede kümeye düşmeye oynayan takımda olmak bile gözönünde yer almak adına yeterli fırsatı sunabilirdi bir futbolcuya. Buna ek olarak; futbola bakış açısı çok daha profesyonel, oyuncu üzerindeki baskının insani sınırlar içerisinde olduğu bir ortamın da katacaklarını tahmin etmek çok da zor değildi. Tüm bunlara Tuncay'ın hırslı ve kendini geliştirme adına taşıdığı azimli yapısı eklenince bir kaç yıl içerisinde daha farklı ve gelişmiş bir oyuncu olacağına dair öngörülerimiz kuvvetleniyordu.

İlk senesinde yaşadığı 6-7 haftalık sıkıntılı süreçte de basınımız "Tuncay'ın pişmanlıklarından" dem vuran haberler yapmaktan geri duramazdı nitekim öyle de oldu. Benzeri haberler sayfaları süsledi bir süre. 7 haftalık suskunluğun ardından attığı goller ile yavaş yavaş kendini bulmaya ve takım içerisinde kabullenilmeye başladı. Sezon boyunca göstermiş olduğu performans da oldukça tatmin ediciydi.

Tuncay'daki asıl değişimi fark edişim Hırvatistan maçı ile başladı. Oyunu daha yapıcı oynaması, topa hakimiyetini çok daha iyi noktalara taşımış olması, bir ara önlibero olarak oynamasına rağmen çok olumlu bir futbol segilemesi "İngiltere, Tuncay'a sınıf atlatmış" düşüncesine sevketti beni. Saha içinde yapabileceklerini arttırmış, daha geniş bir oyun görgüsüne sahip hale gelmişdi Tuncay geçirdiği 1 yılda. Dün akşam Avusturya maçı da Tuncay'ın beynimizdeki değişmeye başlayan imajının daha da berraklaşmasını sağladı. Olgunlaşan, zenginliği artan bir futbol görgüsü, becerisi yüklenmiş. Yapmış olduğu ustaca son vuruşlar bile bazı şeyleri görmek için yeterli. Bu azim ve hırs ile yüklü iken Tuncay'ın gelişiminin devam edeceğini ve üst sııf takımlarda oynayabilme adına önemli yol kat edeceğini iddia etmek çok da yanlış olmasa gerek. 1-2 yıla kadar Boro'dan daha fazla sorumluluklar üstleneceği yeni ufuklara doğru yol alması kimse için sürpriz olmamalı artık.

19 Kasım 2008

Sözün Özü Flamini'den



Geçtiğimiz yıl Liverpool'a çeyrek finalde son dakikada yedikleri penaltı golünden sonra yaptığı açıklamada "Evet genç bir takıma sahibiz ama bir şeyi eksik bırakmışız: Tecrübe. Önümüzdeki transfer döneminde bunu göz önünde bulunduracağız" demişti Wenger ama transfer dönemi geride kaldığında takımın Arsenal ortalaması için yaşlı sayılabilecek Senderos (23) ve Flamini (25) gibi oyuncuları çoktan İtalya'nın yolunu tutmuştu. Bu sene oynadıkları bir çok maçta 21 yaş ve altı bir ortalama tutturmuş olmaları da bunun en büyük göstergesi zaten.

Milan'a giden o yaşlı (!) oyunculardan Flamini aslında Arsenal'in şu anda yaşadığı sorunu gayet güzel bir şekilde özetliyor: "Arsenal'de etrafımda hep genç oyuncular vardı, burada ise kendilerinde çok şey öğrenebileceğim bir çok tecrübeli ve üst düzey oyuncu var." Evet çevresinde örnek olabilecek, gerektiğinde sorumluluğu üstlenebilecek lider oyuncuların varlığı genç jenerasyonlar için bulunmaz nimet gerçekten. 2-3 yıl içinde Arsenal elindeki genç oyuncuların tecrübe katsayısı arttıkça mutlaka hem ligde hem uluslararası arenada daha iyi yerlere taşınacaktır ama bu sene yaptıkları gibi 23 yaş üstündeki oyuncuları ile yollarını ayırmamak koşulu ile. Eminim bundan Wenger'de şikayetçidir ama bu oyuncuları takımda tutmalı ya da tutabilmeli Arsenal. Yoksa yukarıda eski dost Flamini'nin özetle vurgusunu yaptığı tecrübe olgusunun harmanlanmadığı bu genç kadro umut vaadeden ama istikrarsız yapısı ile ilerlemeye devam edecek.

13 Kasım 2008

Resimdeki Tanıdık Simalar



Tamam golü atan Hagi, senesi de forma reklamına bakarsak 2000 ya da 2001. Peki başka bir şey yok mu tanıdık gelen arkalarda bir yerlerde?

10 Kasım 2008

Kadıköy Kabusu Devam Ediyor: 4-1



Son 16 yılda Kadıköy'de oynadığı lig maçlarında sadece 2 galibiyet almış Galatasaray. Bunlardan en sonuncusu da Aralık 99'da soğuk ve yağmurlu bir Kadıköy akşamında gerçekleşmişti. Üzerinden tam 9 yıl geçmişti, bir sonraki derbiye kadar da süre 10 yıl olacak zaten. İlk 11'ler sahada yerini aldığında Benfica kadrosunu koruyan Skibbe'ye karşılık, birazda elindeki kısıtlı imkanlardan da olsa gerek orta sahasını güçlü tutmaya çalışan bir takım çıkarmıştı Aragones. Özellikle Dievid'in uzun zamandan sonra ilk kez forma giydiği böyle zorlu bir maçta sergileyeceği performans öenmli ayrıntılarından biriydi. Kadro dizilişleri açısından iki takım için de söylenecek fazla bir şey yok, sonuçta bu bir tercihti ve önemli olan sahadaki yansımasının nasıl olacağı idi.

Maç öncesi çokça dile getirien bir istatistik vardı: Son 14 yılda oynanan maçlarda ilk golü atan maçı kaybetmemişti. Bu gerçeği iyice kafaya işlemiş olacak ki Galatasaray'lı oyuncular maça goller başlayıp en azından beraberliği garanti almayı düşündüler galiba. Aslında bu gol herkesin aklına aynı şeyi getirmişti: "Maç farka mı gidecekti?" Çünkü Arsenal maçında olduğu gibi geriye çekilip alan savunması yapacak bir takım daha çok zorlayacaktı Galatasaray'ı, fakat atılan ilk gol Fenerbahçe'yi blok olarak öne çıkaracak en büyük silahtı. İşte bu noktada çok kritik bir süreç vardı Galatasaray'lı oyuncuların önünde. O da 25 veya 30. dakikaya kadar maçı gol yemeden sürdürerek Fenerbahçe'nin ileri çıkmasını sağlamak. Bu sürecin başında daha ilk Fenerbahçe atağında savunmanın da yardımı ile Selçuk'un belki de kariyerinde atacağı en güzel gollerden biri Cimbom'un adeta hevesini kursağında bıraktı. Gol öncesi Emre'nin kovaladığı, sonra Ümit'in olduğunu görünce peşini bıraktığı Selçuk'un, Ümit'in yalancı savunması karşısındaki vuruşunun Sabri'nin kafası ile direk arasında bıraktığı 50 cm'lik boşluktan geçmesi de hatalar ve kaderin ağlarının ortak bir yapımıydı.

Bu gol Fenerbahçe'ye hem moral hem de güç verdi. Özellikle 1-0 yenik iken rakibin üstüne ilk gidişinizde bu kadar kolay gol bulabilmek kafalardaki bir çok soru işaretinin üzerine çizgi çekmek demekti aynı zamanda. Bundan sonra Galatasaray oyununu Benfica maçındaki futbola yakın bir çizgiye taşımaya çalışsa ve bunda çok da başarısız olmasa da Fenerbahçe orta sahasında özellikle Selçuk ve Josico'nun sert futbolu rakibin üzerine rahat gitmesini engelliyordu. Buna rağmen oyun Galatasaray'ın kontrolünde iken Fenerbahçe'nin 2. ciddi attığı sonrası attığı 2. gol ipleri kopma noktasına getiren aslı andı. Çünkü Fenerbahçe gerçekten çok kolay gol atıyordu Galatasaray'a, hem de kendilerinin umduğundan bile daha rahat bir şekilde. Özellikle savunma bloğu ile orta sahadaki 2'li Ayhan & Meira'nın arkasına Dievid'in bir zamanlar Gerets zamanında İliç'in oynadığı tek paslı futbolu hatırlatan pasları ile çok rahat sızdı Semih ve Guiza. Zira 2. gol bu şekilde geldi, tek paslar ile orta saha- defans bloğu arasına dalışlar ve oradan yapılan vuruşu ters bir hamle ile Emre'nin kendi ağlarına yollaması. Tam bir moral bozukluğu oluşturdu bu gol Galatasaray'lı futbolcularda, sakin olmaya en fazla ihtiyaç duydukları andı oysa o dakikalar. Bu gerginliğe rağmen devre sonuna kadar daha üstün olmayı başardılar.

Devre arasındaki o 15 dakika 2. yarıya nasıl yansıyacak diye beklerken, maçı Cimbom'un ellerinden kaydıran hamle Skibbe'den geldi Baros ve Ümit'i aynı anda dışarı alarak. Buna 5 dakika sonra Santcis'in yediği hatalı gol eklenince, ipler tamamen koptu. O dakika maçın Fenerbahçe tarafından alındığının resmileştiği andı artık. Sonraki 40 dakika aradaki farkı belirlemek için oynanacak formaliteden daha öteye gitmeyecekti. Maçın 3-1'e gelmesi Fenerbahçe'ye maçın başından itibaren ilk defa daha organize ataklar geliştirme şansı verdi. İleri uçtaki oyuncuların beceriksizliği farkın açılmasını önledi. Sonrası zaten malum, 90. dakikada Dievid'in imzası ve 4-1'lik skor.

Maçı genel hatları ile özetlersek;

* Aragones ilk defa Avrupa Şampiyonası'nda İspanya'nın başındaki o hareketli, heyecanlı havasına bürünmüştü. Maç içerisinde neredeyse hiç oturmadı, sürekli ikazlarda bulundu. Doğru anlarda yapmış olduğu değişiklikler de oldukça yerindeydi. Kanatlardaki yükü azaltmak adına Carlos'u dışarı alıp Wederson'u sahaya sürmek çok akıllıcaydı.

* Skibbe'nin Baros ve Ümit'i aynı anda dışarı alması bence maçın dönüm noktasıydı. Bu değişiklik takımın saha kenarındaki opsiyonlarını azalttı. İlk 45 dakikada Baros'un kötü oynadığında dair elimizde bir veri yok, çünkü gerçek yerinden daha farlı bir pozisyonda, sağ açıkta oynadı. Ümit'in de kötü olduğunu düşünmüyorum. Kewell oyuna alınabilirdi, ama Nonda için çok erken davrandı. Yapılacak şey Ümit ve Baros ikilisinden sadece birini dışarı alıp Kewell'ı sahaya sürmek, maçın gidişatına göre de diğer değişiklikleri yapmaktı.

* Galatasaray 2 ön libero ile oynarken bile defansif bütünlüğü sağlayamıyor. Orta saha ile defans arasına çok kolay sızılıyor ve o andan itibaren savunmanın kademe anlayışı yerle bir oluyor. Emre'nin kendi kalesine attığı 2. gol bunun en bariz örneği.

*Başta Ayhan ve Arda olmak üzere sahada sakin olma gerekliliği kafalara konulmadıkça daha bir kaç yıl Saraçoğlu'ndan galibiyet alamaz Galatasaray. Gereksiz bir gerginlik yaratılıp oyunun gittikçe vasat altına inmesine göz yumuluyor.

*Dievid'in dönüşü Fenerbahçe'nin performansının yukarı doğru ivlenmesinin başlangıcı oalcak gibi duruyor. Aurelio'nun gidişi etkiliydi sergilenen kötü performansta ama Dievid de bir o kadar önemliydi bu takım için ki dün de bunu gösterdi.

İlk cümlelerde de yazdık 14 yıldır ilk golü atanın maç kaybetmemediği gerçeği doğrulanmıyordu belki ama son 9 yılda burada galibiyet alamayan Galatasaray'ın ilk 20 dakikada gol yediği maçların hiç birini alamadığı gerçeği de ortada duruyordu ki Selçuk'un attığı gol bir anlamda bu istatistiğin gerçekle buluşması oldu. Fernebahçe'nin üst düzey bir hücum organizasyonu oluşturmadığı halde 3 gol bulabilme becerisi ya da Galatasaray'ın bu derecede goller yeme beceriksizliği göstermesi maçın kaderini belirledi aslında. Bu gerçek daha uzun yıllar buradan galibiyet çıkarmasının çok zor olduğunu gösteriyor Cimbom'un. Çünkü sıfır hata ile oynamak zorundalar, başka seçenekleri yok Saraçoğlu'nda galip gelmek için.

03 Kasım 2008

Süper Lig'de Kıyım Sürüyor

Eylül Ayı'nın ilk haftasında Raşit Çetiner ile başlayan sürece "Yaprak Dökümü" adını vermiş ve aslında oyunun sezon öncesinde Hikmet Karaman ayrılığı ile Antalyaspor tarafından sahnelenmeye başlandığını belirtmiştim. Daha sonra Ertuğrul Sağlam'ın istifasından sonra yine blogda, Sağlam'ın önünde önemli bir karar aşamasının olduğunu ve yıllardır gördüğümüz bu kısır döngüye dahil olmadan kariyerini bir şekilde yurtdışında sürdürmesinin kendi gelişimi için çok daha faydalı olacağını yazmıştım. Bugün yaşananlar ile yazılanlar "ne yazık ki" kendini doğrulatmış oluyor. Şu an ligin 10. haftasındayız ve toplamda 9 teknik direktör ile yollar ayrılmış, resmen fiyasko. Daha düne kadar 8-9 hafta arkasında duramayacakları hocaları yanlarına alıp "uzun süre çalışmak istiyoruz" diyen vizyon sahipleri için alışıldık bir durum aslında bu tablo, hatta bizim için de olmalı artık ama bir türlü yakalayamadığımız istikrar ve devamlılığa olan ihtiyacımızın farkında oluşumuzdur hala bu görüntüye inat karşısında durma sebebimiz.

Bu kısır döngüden nasıl kurtulunur bilmiyorum, ne yazık ki teknik direktörler de alıştı bu yaşanalara artık. Onlar için de sıradan bir şey haline geldi 5-6 hafta için de kulüp ile yolları ayırmak. Artı olaya bir nevi "ekmek parası" gözüyle bakılıyor belli bir jenerasyonun temsilcileri için. Bu vakitten sonra bir devrim yapacaklarına, 2-3 yıllık kontratlar ile çalışacaklarına dair inançları olduğunu hiç sanmıyorum. Benim asıl korkum mesleğe yeni atılmış genç, heyecanlı teknik direktörlerin de kısa sürede çarka dair olmaları. Onların kurtulmalarının tek şansı daha vizyonlu yöneticiler. Yoksa herhangi bir planlama, strateji olmadan tek amacı ligde tutunmak olan takımlardan daha basiretli yaklaşımlar beklemek de nafile bir umutdan öteye geçmiyor.

Şu andan itibaren tek temennim Ertuğrul Sağlam'ın Süper Lig ile olabilecek tüm bağlantılarını kesip kendisini bu ülke sınırları dışında işini daha rahat ve saygı duyulacağı bir ortamda yapabileceği limanlara sığınması. Yoksa gerçekten yazık olacak!